EYLÜL AYI 2011 YARGITAY KARARLARI HUKUK BÖLÜMÜ
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
- 2011/11-61
- 2011/188
- 15.4.2011
- KOOPERATİF ADINA TESCİLLİ TAŞINMAZ ( Tapu Kaydının İptali ve Tescil Davası/Belediye ve Hazine de Dahil Birden Fazla Davalı Olduğu – İş Bölümü İtirazını Kabul Eden Asliye Hukuk Mahkemesinin Yalnızca Dosyanın Gönderilmesine Karar Vereceği/Diğer Davalılar Hakkında Görevsizliğe Karar Veremeyeceği )
- TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVASI ( Davada Belediye ve Hazine de Dahil Birden Fazla Davalı Olduğu – İş Bölümü İtirazını Kabul Eden Asliye Hukuk Mahkemesinin Yalnızca Dosyanın Gönderilmesine Karar Vereceği/Diğer Davalılar Hakkında Görevsizliğe Karar Vermemesi Gereği )
- GÖREVSİZLİK KARARI ( Kooperatif Adına Tescilli Taşınmazın Tapu Kaydının İptali ve Tescil Davası/Belediye ve Hazine de Dahil Birden Fazla Davalı Olduğu – İş Bölümü İtirazını Kabul Eden Asliye Hukuk Mahkemesinin Yalnızca Dosyanın Gönderilmesine Karar Vermesi Gereği )
- İŞ BÖLÜMÜ İTİRAZI ( Kooperatif Adına Tescilli Taşınmazın Tapu Kaydının İptali ve Tescil Davası/Belediye ve Hazine de Dahil Birden Fazla Davalı Olduğu – İş Bölümü İtirazını Kabul Eden Asliye Hukuk Mahkemesinin Yalnızca Dosyanın Gönderilmesine Karar Vereceği )
ÖZET : Dava; davacının davalılara herhangi bir borcunun bulunmamasına rağmen, davacı adına tahsis edilen ve davalı kooperatif adına tescilli olan taşınmazın tapu kaydı üzerine haciz konulmasından kaynaklanan muarazanın, davalı kooperatif adına olan tapu kaydının iptali ve davacı adına tescili ile tapu kaydı üzerindeki hacizlerin kaldırılması suretiyle giderilmesi istemine ilişkindir. Uyuşmazlık; işbölümü itirazını kabul eden mahkemenin, gerçek kişi davalılar ile davalı belediye ve Hazine’ye yönelik dava hakkında görev yönünden bir karar vermesinin gerekip gerekmediği; noktalarında toplanmaktadır. Asliye hukuk mahkemesinde birden fazla davalıya ( ihtiyari dava arkadaşına ) karşı açılan dava, davalılardan birisi için ticari dava, diğeri için ticari dava değil ise ve ayrıca diğerleri hakkındaki dava yargı yolu bakımından farklı olması hallerinde dahi, hakkındaki dava ticari dava olan davalı süresinde işbölümü itirazında bulunursa, asliye hukuk mahkemesinin işbölümü itirazını kabul ederek, davanın tümünün ticaret mahkemesine gönderilmesine karar vermesi gerekir. İşbölümü itirazını kabul eden asliye hukuk mahkemesi, diğer davalılar hakkındaki davanın ise, yargı yolu bakımından idari dava olduğunu tespit etse bile; bunlar hakkındaki davalar için ayrıca görevsizliğe karar vermemelidir. Öyleyse, asliye hukuk mahkemesi işbölümü nedeniyle dava dosyasının tümünü ticaret mahkemesine göndermeli; göreve ilişkin bu inceleme ve değerlendirme asliye ticaret mahkemesince yapılmalıdır.
DAVA : Taraflar arasındaki ” tapu iptali ve tescil, çekişmenin önlenmesi, takiplerin durdurulması, haczin kaldırılması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; ( Sarıyer Birinci Asliye Hukuk Mahkemesi )’nce davalı kooperatif yönünden işbölümü itirazının kabulüne, diğer davalılar yönünden görevsizliğe ve bir kısım davalılar yönünden açılan davanın görev yönünden reddine dair verilen 20.02.2007 gün ve 2006/348 E., 2007/32 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onbirinci Hukuk Dairesi’nin 19.03.2009 gün ve 1706 E., 3208 K. sayılı ilamı ile;
( … Davacı vekili, müvekkilinin davalı kooperatifin üyesi olduğunu ve kooperatife ait 26 … Blok … nolu B tipi dubleks meskenin müvekkiline tahsis edildiğini, ancak davalı kooperatifin bir kısım borçlarından dolayı davalılar tarafından anılan taşınmaza haciz konulduğunu, oysa bu dairenin müvekkiline ait olduğunu ve müvekkilinin davalılara borcunun bulunmadığını ileri sürerek, anılan dairenin kooperatif adına olan tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tescilini, taraflar arasındaki çekişmenin giderilmesini ve davalılar tarafından yapılan takiplerin durdurularak hacizlerin kaldırılmasını talep ve dava etmiştir.
Davalı kooperatif vekili, ticaret mahkemesinin görevli olduğunu savunarak, işbölümü itirazında bulunmuştur.
Davalı Belediye vekili, davalı kooperatifin vergi borçlarından dolayı 6183 sayılı Yasa’ya dayalı olarak kooperatife ait taşınmazlara haciz konulduğunu savunarak, davanın reddini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, davaya bakma görevinin idari yargının görev alanına girdiğini savunarak, görev itirazında bulunmuştur.
Diğer davalılar vekili, görevli mahkemenin icra mahkemesi olduğunu ve müvekkillerinin davalı kooperatiften alacaklarından dolayı taşınmazlara haciz konulduğunu savunarak, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, iddia, savunma ve tüm dosya kapsamına göre, davalı kooperatifin işbölümü itirazının kabulü ile talep halinde dosyanın İstanbul Ticaret Mahkemesi’ne gönderilmesine, davalılardan Hazine ve Belediye Başkanlığı hakkında açılan davanın ise idari yargının görev alanına girdiği gerekçesiyle, görevsizlik nedeniyle reddine, diğer davalılar hakkındaki davanın ise icra mahkemesinin görev alanına girdiği gerekçesiyle, görevsizlik nedeniyle reddine karar verilmiştir.
Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.
1- Dava, davacının davalılara herhangi bir borcunun bulunmamasına rağmen, davacı adına tahsis edilen ve davalı kooperatif adına tescilli olan taşınmazın tapu kaydı üzerine haciz konulmasından kaynaklanan muarazanın, davalı kooperatif adına olan tapu kaydının iptali ve davacı adına tescili ile tapu kaydı üzerindeki hacizlerin kaldırılması suretiyle giderilmesi istemine ilişkindir.
Asliye hukuk mahkemesinde HUMK’nın 43. maddesine göre birden fazla kişiye ( ihtiyari dava arkadaşlarına ) karşı açılan dava, davalılardan bazısı için ticari dava, diğerleri için ticari dava değil ise ve haklarındaki dava ticari dava olan davalılar süresince işbölümü itirazında bulunursa, asliye hukuk mahkemesinin işbölümü itirazını kabul ederek davanın tümünün ticaret mahkemesine gönderilmesine karar vermesi gerekir. Çünkü davanın ticari dava olan bölümüne TTK’nın 5/2. maddesi gereğince ticaret mahkemesinde bakılması gerekir. Davalar arasında HUMK’nın 43. maddesi anlamında bir bağlantı olduğu için de asliye hukuk mahkemesi ayırma kararı veremez ( Baki KURU, Hukuk Muhakemeleri Usulü, Cilt 1, shf. 694, 6. Bası 2001 ).
Bu durumda, mahkemece, işbölümü itirazı kabul edildiğine göre gerçek kişi davalılar ile davalı belediye ve Hazine’ye yönelik dava hakkında görev yönünden bir karar verilmeden sadece gönderme kararı verilmesi ile ye- tinilmesi ve bu davalılar yönünden göreve ilişkin incelemenin gönderilen İstanbul Asliye Ticaret Mahkemesi tarafından yapılması gerekirken, yazılı şekilde hüküm tesisi doğru olmamış, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
2- Bozma neden ve şekline göre, davacı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesine gerek görülmemiştir.
Sonuç:Yukarıda 1 nolu bentte açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin bir bölüm temyiz itirazlarının kabulü ile kararın davacı yararına ( BOZULMASINA ), 2 nolu bentte açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava; davacının davalılara herhangi bir borcunun bulunmamasına rağmen, davacı adına tahsis edilen ve davalı kooperatif adına tescilli olan taşınmazın tapu kaydı üzerine haciz konulmasından kaynaklanan muarazanın, davalı kooperatif adına olan tapu kaydının iptali ve davacı adına tescili ile tapu kaydı üzerindeki hacizlerin kaldırılması suretiyle giderilmesi istemine ilişkindir.
Mahkemenin, davalı kooperatifin işbölümü itirazının kabulü ile talep halinde dosyanın İstanbul Ticaret Mahkemesi’ne gönderilmesine, davalılardan Hazine ve Belediye Başkanlığı hakkında açılan davanın idari yargının görev alanına girdiği gerekçesiyle görevsizlik nedeniyle reddine, diğer gerçek kişi davalılar hakkındaki davanın ise icra mahkemesinin görev alanına girdiği gerekçesiyle görevsizlik nedeniyle reddine dair verdiği karar, davacı vekilinin temyizi üzerine, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Direnme hükmünü davacı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelen uyuşmazlık; işbölümü itirazını kabul eden mahkemenin, gerçek kişi davalılar ile davalı belediye ve Hazine’ye yönelik dava hakkında görev yönünden bir karar vermesinin gerekip gerekmediği; mahkemenin sadece gönderme kararı verilmesi ile yetinmesi ve bu davalılar yönünden göreve ilişkin incelemenin gönderilen İstanbul Asliye Ticaret Mahkemesi tarafından yapılmasının gerekip gerekmediği, noktalarında toplanmaktadır.
Bu noktada, öncelikle hukukumuzda mahkemeler ve görevleri konusunda genel ve kısa bir açıklamanın yapılmasında yarar vardır.
İlk derece ( hüküm-bidayet ) mahkemeleri, genel ve özel mahkemeler olarak ikiye ayrılır. Bakacakları davalar belirli kişi ve iş gruplarına göre sınırlandırılmayan, Kanun tersini öngörmedikçe Medeni Usul Hukuku alanındaki her türlü işe bakan mahkemelere genel mahkemeler denir. Hukukumuzda genel mahkemeler sulh ve asliye hukuk mahkemeleridir.
Buna karşılık, belirli kişiler arasında çıkan veya belirli türdeki uyuşmazlıkları çözmek üzere özel kanunlarla kurulan mahkemelere özel mahkemeler denir. Örneğin iş mahkemeleri, bu anlamda özel mahkemelerdir. Özel bir mahkemede görüleceğine ilişkin özel bir kanun hükmü bulunmayan her dava, genel mahkemelerde görülür. İstisnai nitelikteki özel mahkemelerin hangi tür davalara bakacakları, özel kanunlarınca belirlenir.
Asliye ticaret mahkemeleri, bulundukları yerdeki asliye hukuk mahkemesinin daireleri durumundadırlar. Dolayısıyla, yukarıdaki ayırım çerçevesinde özel değil, genel mahkemeler arasında yer alırlar.
Bir yerdeki asliye hukuk mahkemesi ile ticaret mahkemesi arasındaki işbölümü kanunla düzenlenmiştir ( 6762 sayılı TTK m. 4, 5 ). Ticaret mahkemeleri az önce açıklandığı üzere kanunla düzenlenmiş ticari davalara bakar, asliye hukuk mahkemesi ise ticari davalar dışındaki hukuk davalarına ( dar anlamda ) bakar. Ancak TTK’nın 5/3. maddesi hükmü gereğince münhasıran iki tarafın arzusuna tabi olmayan işlerle ilgili davalara mutlaka Kanunda gösterilen mahkemelerde bakılır ve bu davalara ilişkin işbölümü itirazı ilk itiraz değildir. Bu davalar, tarafların sulh olamayacakları ve üzerinde serbestçe tasarruf edemeyecekleri davalardır. Örneğin, kamulaştırma davaları asliye hukuk mahkemesi bakımından, Kooperatifler Kanunu’nda düzenlenen hususlardan doğan hukuk davaları ile iflas davaları ticaret mahkemesi bakımından münhasıran iki tarafın arzusuna tabi olmayan davalardır. Taraflar yargılama bitinceye kadar işbölümü itirazında bulunabilecekleri gibi, yargılamanın her aşamasında mahkemece de dosyanın işbölümüne sahip mahkemeye gönderilmesine karar verilebilir. Ancak, bu kararlar “görevsizlik” kararı gibi temyiz edilebilir. Çünkü, bu davalar iki tarafın arzularına tabi olmayan dava türü olduğundan emredici yasa kuralı gereğince Kanunda gösterilen mahkemede görülmesi gerekir.
Münhasıran iki tarafın arzusuna bağlı olan işlerle ilgili işbölümü itirazı ise, yalnız “ilk itiraz” olarak ileri sürülebilir ( HUMK m. 187 vd ). Bir davanın hukuksal niteliğine göre, asliye hukuk veya ticaret mahkemesinin iş alanına girdiği veya girmediğine ilişkin itiraza “işbölümü” veya “iş alanı” itirazı denir ( TTK m. 5/3 ). İş alanı ( veya işbölümü ) itirazı hem asliye hukuk, hem de ticaret mahkemesinde yapılabilir. İşbölümü itirazı hadiseler gibi incelenir ( HUMK m. 190, 222 vd ). Davalı süresinde işbölümü itirazında bulunmazsa, işbölümüne sahip olmayan mahkemenin davaya bakmasına onay vermiş olacağından, yanlar arasında bir “işbölümü” sözleşmesi kurulmuş olur. Çünkü, az yukarıda açıklanan sebeplerle buna ilişkin kanuni düzenleme “emredici” hukuk kuralı değildir.
Ayrı bir ( veya daha fazla ) ticaret mahkemesi bulunan yerlerde, asliye hukuk ve ticaret mahkemeleri arasında görev değil, işbölümü ilişkisi olduğu hukuk bölümü belirtilmişti ( Esasen, bir yerdeki birden fazla asliye hukuk mahkemesi arasındaki ilişki de bir işbölümü ilişkisidir; ancak buradaki işbölümü ilişkisi, gerçekte bir iç ilişki niteliğindedir. Aynı şekilde, bir yerdeki birden fazla ticaret mahkemelerinin ve birden fazla sulh hukuk mahkemelerinin kendi aralarındaki ilişki de, gerçekte iç ilişki niteliği taşıyan bir işbölümü ilişkisidir ).
Ancak, bir yerdeki birden çok aynı tür mahkeme; örneğin birden çok asliye hukuk mahkemesi arasındaki işbölümü ilişkisi ( iç ilişki ) ile, o yerdeki asliye hukuk ve ticaret mahkemeleri arasındaki işbölümü ilişkisi arasında şu iki önemli fark vardır:
İlkin, ticaret mahkemesi ile asliye hukuk mahkemesi arasındaki işbölümü, yukarıda belirtildiği üzere kaynağını kanundan almaktadır. Şöyle ki: Türk Ticaret Kanunu’nun 4. maddesinde ticari davalar sayılmış; 5. maddenin 1. fıkrasında aksine hüküm bulunmadıkça, müddeabihe göre ticari davaların sulh veya asliye hukuk mahkemelerince de görüleceği açıklanmış; 2. fıkrada, ayrı ticaret mahkemesi bulunan yerlerde, asliye hukuk mahkemesinin görevinde olan ve 4. madde uyarınca ticari sayılan davalara ticaret mahkemesince bakılacağı belirtilmiş; 3. fıkrada ise, kural olarak ( münhasıran iki tarafın arzusuna tabi olmayan işlerle ilgili olanlar hariç olmak üzere ) iş alanı ( işbölümü ) itirazının taraflarca ancak ilk itiraz olarak ileri sürülebileceği öngörülmüştür. Kanunun düzenlediği bu işbölümüne göre, bir yerdeki ticaret mahkemesi kanunda belirtilmiş olan ticari davalara; asliye hukuk mahkemesi ise bunun dışındaki hukuk davalarına ( dar anlamda ) bakacaktır.
İkinci fark şudur: Birden fazla asliye hukuk mahkemesi bulunan bir yerdeki asliye hukuk mahkemelerinden birinde görülmekte olan bir davada, tarafların, o davanın, aynı yerdeki başka bir asliye hukuk mahkemesinde görülmesi gerektiği yönünde işbölümü itirazında bulunması mümkün olmadığı halde; o yerdeki asliye hukuk ve ticaret mahkemeleri yönünden böylesi bir işbölümü itirazının -örneğin, asliye hukuk mahkemesinde açılmış bir davayla ilgili olarak, oradaki ticaret mahkemesinin görevli bulunduğunun veya bunun tersinin- ileri sürülmesi mümkündür ( Baki K.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, İstanbul 2001, Cilt: 1, s. 53 vd., 675 vd.; Aynı yönde Hukuk Genel Kurulu’nun 07.06.2006 gün ve E: 2006/19-300, K: 2006/342 sayılı ilamı ).
Açıkça görüleceği üzere, buraya kadar yapılan genel açıklamalar, aynı yargı çevresinde hem asliye hukuk ve hem de asliye ticaret mahkemelerinin birlikte bulunduğu hallere ilişkin ve bu hallerle sınırlıdır.
Öte yandan belirtilmelidir ki, görev kuralları ( HUMK m. 1-8 ) kamu düzenindendir. Bu sebeple, mahkeme, görevli olup olmadığını re’sen nazara alabilir ve görevsiz olduğu sonucuna varırsa re’sen görevsizlik kararı verir ( HUMK m. 7f.I ). Mahkeme, duruşma yapmadan da görevsizlik kararı verebilir. Bu husus taraflarca da karar kesinleşinceye kadar her zaman ileri sürülebilir ( HUMK m. 7/2 ). Davaya bakan hüküm mahkemesi gibi, Yargıtay da görev meselesini re’sen nazara alıp incelemek zorundadır. Bunun için, tarafların hükmü görevsizlik sebebiyle de temyiz etmiş olmalarına lüzum yoktur. Görev itirazında bulunulmuşsa ( ve hatta görev itirazında bulunulmamış olsa bile, re’sen ), mahkemenin ilkönce görevli olup olmadığını inceleyip karara bağlaması gerekir.
Gerek görev itirazı üzerine gerekse re’sen görevli olmadığı sonucuna varan mahkeme, görevsizlik kararında görevli mahkemenin hangi mahkeme olduğunu da bildirmeli ve dava dosyasının bu görevli mahkemeye gönderilmesine de karar vermelidir ( HUMK m. 27 ). Yargısal uygulamada görevsizlik kararında görevli mahkemenin yanlış gösterilmiş olması veya “dava dilekçesinin görevsizlik bakımından reddine ve dosyanın görevli ( hangi mahkeme olduğu yazılarak ) mahkemesine yollanmasına” şeklinde karar verilmemiş olması bozmayı gerektiren eksikler olarak kabul edilmektedir.
Tüm bu açıklamalar göstermektedir ki, görev bir usuli dava koşuludur. Görevsiz mahkemeye başvuran davacı dahi sonradan mahkemenin görevsizliğini ileri sürebilir ( HUMK m. 7 ). Öyle ki, usuli kazanılmış hak doğduktan sonra da mahkemenin görevsizliğine karar verilebilir ( YİBK 04.02.1959 T. 1957/13 E. 1959/5 sayılı kararı ). Bu husus kamu düzeninden olmakla tüm yargı mercilerince gözetilmesi gerekir.
Hemen burada, işbölümü ve görev itirazının birlikte karara bağlanması gerekip gerekmediği konusuna da değinmek gerekir.
Bir dava ticaret mahkemesinde HUMK m. 43’e göre birden fazla kişiye ( ihtiyari dava arkadaşına ) karşı açılır ve davalılardan biri ( veya birkaçı ) için ticari dava ( diğerleri için ticari dava değil ) ise, bu sonuncu davalılar ( haklarındaki dava ticari dava olmayanlar ) işbölümü itirazında bulunamaz; bulunurlarsa, ticaret mahkemesi, onlar hakkındaki davanın ayrılmasına ve asliye hukuk mahkemesine gönderilmesine karar veremez; işbölümü itirazının reddine karar verir. Çünkü, bu halde HUMK m. 43’e göre davalılara karşı birlikte dava açılması mümkündür.
Ticaret mahkemesinde HUMK m. 43’e göre birden fazla kişiye ( ihtiyari dava arkadaşına ) karşı açılan davanın tümü ticari dava değil ve davalılardan bazısı işbölümü itirazında bulunmuş, diğerleri bulunmamış ise, ticaret mahkemesinin, işbölümü itirazında bulunan davalılar hakkındaki davanın ayrılmasına ve asliye hukuk mahkemesine gönderilmesine karar vermeyip, işbölümü itirazını reddetmesi gerekir.
Buna karşılık, asliye hukuk mahkemesinde HUMK m. 43’e göre birden fazla kişiye ( ihtiyari dava arkadaşına ) karşı açılan dava, davalılardan bazısı için ticari dava, diğerleri için ticari dava değil ise ve haklarındaki dava ticari dava olan davalılar süresinde işbölümü itirazında bulunurlarsa, asliye hukuk mahkemesinin işbölümü itirazını kabul ederek, davanın tümünün ticaret mahkemesine gönderilmesine karar vermesi gerekir.
O halde asliye hukuk mahkemesince; gerek TTK’nın 5/3. maddesi hükmü gereğince münhasıran iki tarafın arzusuna tabi olmayan işlerle ilgili davalarda yargılama süresince re’sen, gerek münhasıran iki tarafın arzusuna bağlı olan işlerle ilgili davalarda yasal süresinde ileri sürülen işbölümü itirazı hallerinde, görevli olup olmadığı hususu öncelikle karara bağlanmalı; işbölümü nedeniyle görevsizliğe karar verilmişse oluşturulacak hüküm fıkrası da kararın bu niteliğine uygun olmalı; bu kapsam dışında kalacak, hükmün diğer unsurları ile çelişecek, bütünlüğü bozup infazını güçleştirecek esas ya da diğer usule ilişkin değerlendirmelere hüküm fıkrasında yer verilmemelidir.
Daha açık ifadeyle, işbölümü nedeniyle görevli olmadığına hükmeden asliye hukuk mahkemesinin, bir taraftan da görevli olsaydı irdeleyeceği usul ya da esasa ilişkin hususları da kapsayacak şekilde hüküm fıkrası oluşturması usulen olanaklı değildir.
Bu cümleden olarak; Hukuk Genel Kurulu’nun 06.10.2010 gün ve E:2010/19-470, K:474 sayılı kararın gerekçesinde; “…hem görevine hem de yetkisine itiraz edilen ya da yalnız yetkisine itiraz edilmiş olup da kendiliğinden görevli olup olmadığını tespit eden mahkemenin görevsiz olduğu kanısına varması halinde kuracağı hüküm, sadece görevsizliğe ve dava dosyasının görevli mahkemeye gönderilmesine ilişkin olmalı; yetki konusunda doğrudan veya dolaylı bir başka açıklama bu hükümde yer almamalıdır. Zira, yetki konusunda karar verecek olan merci, görevsiz mahkeme değil, görevli olan mahkeme…” belirtildiği gibi, burada da aynı şekilde mahkemece, işbölümü itirazının kabulü halinde görevsizliğe dair hüküm oluşturulup, dava dosyası tümüyle görevli mahkemeye gönderilmesine ilişkin olmalı; diğer davalar hakkında herhangi bir hüküm kurulmamalıdır.
Sonuç olarak; davacı bir dava dilekçesi ile asliye hukuk mahkemesinde HUMK m. 43’e göre birden fazla davalıya ( ihtiyari dava arkadaşına ) karşı açılan dava, davalılardan birisi için ticari dava, diğeri için ticari dava değil ( dar anlamda adli yargıya dahil bir hukuk davası ) ise ve ayrıca diğerleri hakkındaki dava yargı yolu bakımından farklı ( idari dava niteliğinde ) olması hallerinde dahi, hakkındaki dava ticari dava olan davalı süresinde ( münhasıran iki tarafın arzusuna tabi olmayan işlerle ilgili olanlar hariç olmak üzere ) işbölümü itirazında bulunursa, asliye hukuk mahkemesinin işbölümü itirazını kabul ederek, davanın tümünün ticaret mahkemesine gönderilmesine karar vermesi gerekir. İşbölümü itirazını kabul eden asliye hukuk mahkemesi, eldeki davanın bir davalı için dar anlamda hukuk davası ( örneğin iş mahkemesinin görevine giren iş davası ), diğer davalılar hakkındaki davanın ise, yargı yolu bakımından idari dava olduğunu tespit etse bile; bunlar hakkındaki davalar için ayrıca görevsizliğe karar vermemelidir.
Öyleyse, asliye hukuk mahkemesi işbölümü nedeniyle dava dosyasının tümünü ticaret mahkemesine göndermeli; eldeki davanın davalılardan biri için dar anlamda bir hukuk davası veya yargı yolu bakımından idari dava niteliğinde görüp, yasal anlamda bir görevsizlik kararı verilmesi gerekiyorsa, göreve ilişkin bu inceleme ve değerlendirme asliye ticaret mahkemesince yapılmalıdır.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde:
Sarıyer Birinci Asliye Hukuk Mahkemesi’nce, davalı kooperatif vekilinin yaptığı işbölümü itirazının kabulü ile, talep halinde buna ilişkin dava dosyasının İstanbul Ticaret Mahkemesi’ne gönderilmesine karar verilmiş; bunun yanında hüküm fıkrasında davalılardan Hazine ve Belediye Başkanlığı hakkında açılan davanın idari yargının görev alanına girdiği gerekçesiyle görevsizliğine; diğer gerçek kişi davalılar hakkındaki davanın ise icra mahkemesinin görev alanına girdiği gerekçesiyle görevsizlik nedeniyle reddine dair karar oluşturulmuştur.
Ne var ki, mahkemece işbölümü itirazı kabul edildiğine göre, gerçek kişi davalılar ile davalı belediye ve Hazine’ye yönelik dava hakkında görev yönünden bir karar verilmeden, sadece gönderme kararı verilmesi ile yetinilmesi ve bu davalılar yönünden göreve ilişkin incelemenin gönderilen İstanbul Asliye Ticaret Mahkemesi tarafından yapılması gerekir.
Aksi gerekçelerle işbölümü nedeniyle görevsizlik kararı yanında ve ayrıca aralarında HUMK’nın 43. maddesi anlamında bağlantı bulunan diğer davalar hakkında da ayrı ayrı görevsizlik kararı verilmesi, yukarıda ayrıntısıyla açıklanan ilkelere uygun olmadığı gibi, usul ve yasaya da aykırıdır.
Hal böyle olunca; açıklanan nedenlerle usul ve yasaya aykırı bulunan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nın 429. maddesi gereğince ( BOZULMASINA ), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 15.04.2011 gününde, oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2011/19-104
K. 2011/239
T. 27.4.2011
• İTİRAZIN İPTALİ VE MENFİ TESPİT DAVASI ( Davalı Karşı Davacının Aboneliğini İptal Ettirmeden Kendisine Ait Ticari İşletmeyi Sattığı/Satıştan Sonra Kaçak Elektrik Kullanıldığı – Abonenin Haksız Fiilden Olmasa da Aboneliğini İptal Ettirmemesinden Dolayı Müteselsilen Sorumlu Tutulacağı )
• GÖREVLİ MAHKEME ( Kaçak Elektrik Kullanımına İlişkin İtirazın İptali ve Menfi Tespit Davası – Elektriğin Kullanıldığı Otel Ticari İşletme Olduğundan Genel Mahkemenin Görevli Olacağı )
• KAÇAK ELEKTRİK KULLANIMINDAN ABONENİN SORUMLULUĞU ( Davalı Karşı Davacının Aboneliğini İptal Ettirmeden Kendisine Ait Ticari İşletmeyi Sattığı/Satıştan Sonra Kaçak Elektrik Kullanıldığı – Abonenin Aboneliğini İptal Ettirmemesinden Dolayı Sorumlu Tutulacağı )
• SÖZLEŞMEDEN KAYNAKLANAN SORUMLULUK ( Davalı Karşı Davacının Aboneliğini İptal Ettirmeden Kendisine Ait Ticari İşletmeyi Sattığı/Satıştan Sonra Kaçak Elektrik Kullanıldığı – İtirazın İptali ve Menfi Tespit Davası/Abonenin Aboneliğini İptal Ettirmemesinden Dolayı Sorumlu Tutulacağı )
• HAKSIZ FİİL KULLANIMI ( Davalı Karşı Davacının Aboneliğini İptal Ettirmeden Kendisine Ait Ticari İşletmeyi Sattığı/Satıştan Sonra Kaçak Elektrik Kullanıldığı – Abonenin Haksız Fiilden Olmasa da Aboneliğini İptal Ettirmemesinden Dolayı Müteselsilen Sorumlu Tutulacağı )
818/m. 41, 142
ÖZET : İtirazın iptali ve menfi tespit davasında kaçak elektriğin kullanıldığı apart otelin faaliyetinin ticari bir iş olması, davalı-karşı davacının tüketici olmaması nedeniyle genel mahkemenin görevli olduğuna oybirliği ile karar verildikten sonra işin esası incelenmiştir. Uyuşmazlık; aboneliğini iptal ettirmedikçe fiili kullanıcının eyleminden doğan kaçak kullanım bedelinden abonenin de kullananla birlikte müteselsilen sorumlu olup olmayacağı noktasında toplanmaktadır. Davalı-karşı davacı kendisine ait apart otelde bulunan elektrik aboneliğini iptal ettirmeden apart oteli birleşen davanın davalısına ve dava dışı şahıslara kayden sattığı ve satıştan sonra kaçak elektrik kullanım tutanağının düzenlendiği konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Kaçak kullanımdan dolayı kullanan şahsın haksız fiilden kaynaklanan sorumluluğu bulunmaktadır. Bu sorumluluk abonenin sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerini ortadan kaldırmamaktadır. Yine belirtildiği gibi abonesiz kaçak kullanan şahsın haksız fiil hükümleri uyarınca, abonenin de sözleşmeden doğan sorumluluğunun bulunduğu, bu durumda kaçak kullanımdan her ikisinin de müteselsilen sorumlu oldukları belirgin olmasına göre davacının, alacağını sorumluların tamamından isteyebileceği gibi bunlardan biri veya birkaçından da isteyebileceğinin kabulü gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “itirazın iptali ve menfi tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; ( Alanya Birinci Asliye Hukuk Mahkemesi )’nce itirazın iptali davasının reddine, menfi tespit davasının kabulüne dair verilen 22.03.2007 gün ve 2004/839 esas, 2007/275 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Ondokuzuncu Hukuk Dairesi’nin 14.12.2009 gün ve 2071/11676 esas, karar sayılı ilamı ile;
( … Davacı Tedaş vekili, asıl davada, davalı Hakan’a ait yerde kaçak elektrik kullanıldığının tespit edildiğini, cezalı fatura düzenlendiğini, ancak ödenmemesi üzerine başlatılan icra takibinin davalının haksız itirazı sonucu durduğunu belirterek itirazın iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, müvekkilinin bu yeri Murat, Zeki ve B.Sami’ye 09.12.2002 tarihinde sattığını ve mülkiyetini devrettiğini, bu nedenle kaçak tutanağının düzenlendiği 10.01.2003 tarihi itibariyle müvekkilinin bu yerde hukuki ve fiili bağlantısının olmadığını, ayrıca bu konuda menfi tespit davası açtıklarını bildirerek davanın reddini savunmuştur.
Birleşen davanın davacısı Hakan vekili, birleşen davada dava konusu abonelik hakkında davalı Tedaş tarafından 10.01.2003 tarihli tutanak düzenlenerek müvekkili hakkında 1.675.810.000 TL para cezası tahakkuk ettirildiğini, müvekkilinin bu yeri 09.12.2002 tarihinde satarak devrettiğini belirterek müvekkilinin davalılara borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini istemiştir.
Birleşen davanın davalısı Murat vekili, 09.12.2002 tarihinin dava konusu taşınmazın satış vaadi sözleşmesinin yapıldığı tarih olduğunu, bu tarihten sonra da bu taşınmazı davacının kullandığını beyan ederek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, toplanan delillere göre, dava konusu tutanağın düzenlendiği apart otelin zilyetliğinin satış sözleşmesinin yapıldığı 16.12.2002 tarihinde davalı-birleşen davanın davacısı tarafından devredildiği, kaçak tutanağının düzenlendiği, 10.01.2003 tarihi itibariyle davalı-birleşen davanın davacısı Hakan’ın dava konusu yerde zilyet ve malik olmadığı, bu itibarla kaçak tutanağından sorumlu olamayacağı gerekçeleriyle birleşen menfi tespit davasının kabulüne, Hakan’ın 10.01.2003 tarihli kaçak tutanağından dolayı borçlu olmadığının tespitine, yine birleşen davanın, davalı Murat açısından husumet nedeniyle reddine, asıl dava olan itirazın iptali davasının reddi ile davacı Tedaş’ın %40 oranında tazminatla sorumluluğuna karar verilmiş, hüküm asıl davanın davacısı-birleşen davanın davalısı Tedaş vekilince temyiz edilmiştir.
Asıl davanın davalısı-birleşen davanın davacısı Hakan’ın aboneliği iptal ettirilmedikçe fiili kullanıcının eyleminden doğan kaçak elektrik bedelinden abonenin de kullananla birlikte müteselsilen sorumlu olacağı gözetilmeden mahkemece eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşme sırasında, işin esasına geçilmeden önce, aralarında abonelik sözleşmesi bulunan davacı idare ile davalı abone arasındaki kaçak elektrik bedeline ilişkin uyuşmazlığın sözleşmeye aykırılıktan mı, yoksa haksız eylemden mi kaynaklandığı; buna göre 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun kapsamında olup olmadığı ve davaya bakma görevinin Tüketici Mahkemesine ait bulunup bulunmadığı ön sorun olarak değerlendirilmiş ve kaçak elektriğin kullanıldığı apart otelin faaliyetinin ticari bir iş olması, davalı-karşı davacı Hakan’ın tüketici olmaması nedeniyle genel mahkemenin görevli olduğuna oybirliği ile karar verildikten sonra işin esası incelenmiştir.
İşin esasına gelince;
Asıl dava itirazın iptali; birleşen dava menfi tespit istemine ilişkindir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; aboneliğini iptal ettirmedikçe fiili kullanıcının eyleminden doğan kaçak kullanım bedelinden abonenin de kullananla birlikte müteselsilen sorumlu olup olmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Bu noktada haksız eylem kavramı üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.
818 sayılı Borçlar Kanunu’nda sorumluluk nedenleri arasında düzenlenen haksız fiil, hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar verilmesidir.
Haksız fiilin varlığı, eş söyleyişle aralarında önceden bir münasebet bulunmaksızın veya önceden mevcut münasebet ihlal edilmeksizin birisinin hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar vermesi, halinde de tazminat borcu ortaya çıkabilir. Bu takdirde akde muhalefet ( sözleşmeye aykırılık ) değil, haksız fiilin varlığı; akdi mes’uliyet ( sözleşmeye dayalı sorumluluk ) değil, akit dışı mes’uliyet ( sözleşme dışı sorumluluk ) söz konusu olur.
Hukuka aykırı fiiller, hukuk düzeninin onaylamadığı fiillerdir. Bu gibi fiilleri gerçekleştirenlere hukuk düzeni meydana gelen zararı tazmin mükellefiyeti yükler, yani bunların failleri fiillerinden sorumlu olurlar.
Şu halde hukuk düzeninin hukuka aykırı fiillere izafe ettiği hukuki netice, fiilden meydana gelen zararı tazmin borcunun doğmasıdır. Fail bu neticeyi önceden düşünmez ve düşünse bile bunun meydana gelmesini arzu etmez. Failin iradesi tazminat ödeme hukuki neticesine değil, hukuka aykırı bir neticeye ( kast halinde ) veya maddi bir neticeye ( ihmal halinde ) yönelmiş bulunmaktadır; fakat hukuk düzeni tazminat borcunun doğması neticesini, fail arzu etmese ve hatta önceden düşünmese veya göze almasa dahi, onun fiiline terettüp ettirir. Bu bakımdan hukuka aykırı fiiller, hukuki işlemlerden ayrılırlar.
818 sayılı Borçlar Kanunu ( BK )’na göre haksız fiil sorumluluğu, kural olarak failin ( zarar verenin ) kusurlu olmasına bağlıdır. Bu husustaki kural, BK’nın 41. maddesinde “Mesuliyet Şartı” başlığı altında; “Gerek kasten gerek ihmal ve teseyyüp yahut tedbirsizlik ile haksız bir surette diğer kimseye bir zarar ika eden şahıs, o zararın tazminine mecburdur. Ahlaka mugayir bir fiil ile başka bir kimsenin zarara uğramasına bilerek sebebiyet veren şahıs, kezalik o zararı tazmine mecburdur” şeklinde ifade edilmiştir.
Görüldüğü üzere, haksız eylem nedeniyle sorumluluk hallerinden birisi ahlaka aykırı bir fiil ile bilerek başka bir kimsenin zarara uğramasına neden olmaktır.
Borçlar Kanunu’nun 41. maddesine göre, hukuka aykırı kusurlu bir fiille başkasına zarar veren kimse bu zararı tazmine mecburdur. Böylece haksız fiilden sorumluluk, tazminat borcunun kaynağını oluşturmaktadır.
Haksız fiil sorumluluğunda genel davranış kurallarına aykırılık söz konusu olmaktadır.
Özel bir sorumluluk hükmüyle düzenlenmemiş bütün hallerde bir kimse için haksız fiil sorumluğunun söz konusu olması, BK m. 41’deki şartların ger-çekleşmesine bağlıdır.
Diğer bir deyişle, ayrık bir düzenleme bulunmadığı kusur sorumluluğu hallerinde BK m. 41 ve devamında yer alan esaslar uygulanır.
Borçlar Kanunumuzda, genel kural olarak kusura dayanan haksız fiil sorumluğu 41. maddede düzenlenmişse de, gerek Borçlar Kanunu’nda gerek Medeni Kanun’da, gerekse bazı özel kanunlarda kusur aranmayan sorumluluk ( kusursuz sorumluluk, objektif sorumluluk ) halleri de yer almaktadır.
Öte yandan, müteselsilen sorumluluğun bulunduğu durumda da davacı, alacağını sorumluların tamamından isteyebileceği gibi bunlardan biri veya birkaçından da isteyebilir ( HGK’nın 24.03.2010 gün ve 2010/4-129-173; HGK’nın 05.05.2010 gün ve 2010/4-249-257 esas, karar sayılı ilamları ).
Esasen benzer bir olayda Hukuk Genel Kurulu verdiği bir kararda özetle; davalı su abonesinin, hizmet alma ihtiyacının tahliye yüzünden artık ortadan kalkmasıyla birlikte, basit bir başvuru işlemiyle abonelik sözleşmesini sona erdirip; sözleşme nedeniyle hem kendisi ve hem de karşı taraf nezdinde doğmuş tüm hak ve borçlardan arınmış olarak kiralanandan ayrılması mümkün iken, bunu yapmayarak, kendi aboneliği üzerinden üçüncü kişilerin su kullanmasına olanak tanımış olması dahi, sözleşme hukukundan kaynaklanan yükümlülüklerine aykırı, dolayısıyla da, sonuçlarına katlanılması gereken bir davranış niteliğinde kabul edilmelidir denilmek suretiyle abonenin aboneliğini iptal ettirmediği sürece sorumluluğunun devam edeceği benimsenmiştir ( HGK’nın 24.09.2003 gün ve 2003/13-492-505 esas, karar sayılı ilamı ).
Bu açıklamalardan sonra somut olay değerlendirildiğinde, davalı-karşı davacı Hakan kendisine ait apart otelde bulunan elektrik aboneliğini iptal ettirmeden apart oteli birleşen davanın davalısı Murat’a ve dava dışı şahıslara kayden sattığı ve satıştan sonra kaçak elektrik kullanım tutanağının düzenlendiği konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Uyuşmazlık aboneliğin bulunduğu ve kaçak elektriğin kullanıldığı apart otelin kayden satılmasına rağmen aboneliğini iptal ettirmeyen davalı Hakan’ın kaçak kullanımdan sorumlu olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Yukarıda açıklandığı üzere, kaçak kullanımdan dolayı kullanan şahsın haksız fiilden kaynaklanan sorumluluğu bulunmaktadır. Bu sorumluluk abonenin sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerini ortadan kaldırmamaktadır.
Yine belirtildiği gibi abonesiz kaçak kullanan şahsın haksız fiil hükümleri uyarınca, abonenin de sözleşmeden doğan sorumluluğunun bulunduğu, bu durumda kaçak kullanımdan her ikisinin de müteselsilen sorumlu oldukları belirgin olmasına göre davacının, alacağını sorumluların tamamından isteyebileceği gibi bunlardan biri veya birkaçından da isteyebileceğinin kabulü gerekir.
Somut olayda davacı alacağını sözleşme nedeniyle sorumluluğu bulunan davalı/abone Hakan’dan talep etmektedir.
Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşmeler sırasında bazı üyeler tarafından kaçak kullanımın gerçekleştiği apart otelin kayden satılmasının illiyet bağını keseceği ileri sürülmüş ise de; bu görüş çoğunluk tarafından, aboneliğini iptal ettirmedikçe fiili kullanıcının eyleminden doğan kaçak elektrik bedelinden abonenin de sorumlu olacağı, diğer bir deyişle abonenin kaçak kullanıma sebebiyet verdiği gerekçesiyle, kabul edilmemiştir.
Bu durumda somut olayda aboneliğini iptal ettirmeyen ve kaçak kullanıma sebebiyet veren abone davalı Hakan’ın sözleşme nedeniyle sorumluluğunun bulunduğunun kabulü gerekmektedir.
O halde, yerel mahkemece, aynı yönlere işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nın 429. maddesi gereğince ( BOZULMASINA ), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 27.04.2011 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY : Uyuşmazlık, aboneliğini iptal ettirmeyen kullanıcının eyleminden doğan kaçak kullanım bedelinden abonenin de kullananla birlikte sorumlu tutulup tutulamayacağı konusunda toplanmaktadır.
Davacı, eldeki davayı açarken, davalının 10.01.2003 tarihli tutanak ile abonesi olduğu 39725 nolu sayaçtan Bakanlık mühürleri olmadan ve sayacın gerilim bobin köprüsü düşürülerek kaçak elektrik kullandığından bahisle kendisine cezalı işlem uygulandığını, cezalı faturayı ödemeyen davalının hakkında 18.020,25 TL alacak için yapılan icra takibine itiraz ettiğini ileri sürerek itirazın iptalini istemiştir. Davalı ise, karşı dava ile borçsuzluğunun tespiti ile davaya konu aboneliğin bulunduğu taşınmazı 09.12.2002 tarihinde satarak mülkiyetini devrettiğini, satış sözleşmesi gereğince inşaatın 09.12.2002 tarihine kadar olan elektrik borçlarının satıcıya, bu tarihten sonraki borçların ise, alıcıya ait olacağının kararlaştırıldığını, tutanağın tutulduğu 10.01.2003 tarihinde taşınmazı alıcılara devrettiğinden borca itiraz ettiklerini, davanın reddini dilemişlerdir.
Mahkemece, davaya konu kaçak elektrik tutanağı 10.01.2003 tarihinde dü-zenlenip, tanık beyanlarına göre tutanağın düzenlendiği tarihte apart otelin zilyetliğinin davalılara geçtiği, davalı Hakan’ın kaçak tutanağının düzenlendiği tarihte malik ve zilyet olmayıp, olay yerinde bulunmayan kişinin bu tutanaktan dolayı sorumlu olamayacağı, gerekçesiyle asıl dava yönünden davanın reddine, birleşen menfi tespit davası yönünden ise, Hakan’ın borçlu olmadığının tespitine karar verilmiş, kararın Yüksek Ondokuzuncu Hukuk Dairesi’nce bozulması üzerine Hukuk Genel Kurulu’nun önüne direnme kararı gelmiştir.
Olayımızda irdelenmesi gereken husus üçüncü şahsın haksız fiilinin sözleşmesel sorumlulukta illiyet bağını kesip kesmediğidir.
Davalı-birleşen dosya davacısı Hakan’ın abone olduğu ve aboneliğini iptal ettirmeden kaçak elektrik kullanılan yerden ayrıldığı konusunda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Yüksek Daire, davalı-birleşen dosya davalısının aboneliği iptal ettirmedikçe tüm bedelden sorumlu olacağı kanısıyla kararı bozmuştur. İlke olarak abonelik iptal edilmediği sürece abonenin de fiilen kullananla birlikte sorumlu olduğu hususuna katılmaktayız. Davacı da bu bağlamda, 24.09.1996 tarihinde abone olmuş, ne var ki, aboneliği iptal ettirmemiştir. Ancak, kaçak elektrik tutanağı 10.01.2003 tarihinde tutulmuş ve bu tarihte O… G… Apart Otel’de “Bakanlık mühürleri olmadan sayacın gerilim bobin köprüsü düşürülerek” kaçak elektrik kullanıldığı saptanmıştır. Kaçak tutanağının düzenlendiği tarihte davalı-birleşen dosya davalısı Hakan’ın isim ve imzası bulunmamaktadır. Kaçak elektriği kullananın Hakan olduğuna dair dosyada hiçbir delil de bulunmamaktadır.
Üçüncü kişinin haksız eyleminin illiyet bağını keseceği şüphesizdir. Doktrinde kusursuz sorumluluk hallerinden olan taşınmaz sahibinin sorumluluğu bahsinde bu sorumluluğun koşullarından olan illiyet bağını kesen sebepler bulunmaması gerektiği kabul edilmiştir. Nitekim MK’nın m. 730’da taşınmazın sahibine, dikkat ve özen ilkesine dayanan kusursuz sorumluluk hallerinde olduğu gibi kir kurtuluş kanıtı getirebilme olanağı tanınmamıştır. Ancak, taşınmazın sahibi, genel hükümlerden hareketle illiyet bağını kesen sebeplerin varlığını kanıtlayarak sorumluluktan kurtulabilir. Örneğin; deprem sonucu, tarladaki su havuzu çatlamış, aşağıdaki tarlayı basarak ürünlerin yok olmasına yol açmışsa, mücbir sebeple, havuza patlayıcı madde koyanların fiili sonucu bu zarar meydana gelmişse, üçüncü kişinin ağır kusuru nedeniyle, tarlasına su akıtmak için havuzun vanasını açık tutan aşağıdaki tarlanın sahibinin bu fiili sonucu zarar doğmuşsa, zarar görenin ağır kusuru nedeniyle taşınmaz sahibinin sorumluluktan kurtulması mümkün olabilir ( Prof. Dr. Ahmet M. Kılıçoğlu, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 4. bası, sh. 258 ), yine motorlu araç işletenin kusursuz sorumluluğu ile ilgili olarak KTK’nın 107. maddesinde çalınan veya gasbedilen araçlar nedeniyle işlenen fiillere bağlı zararlardan aracın işleticisinin sorumlu tutulmamasını, bu kişilerin aracın çalınmasında veya gaspedilmesinde bir kusuru olmadığını kanıtlama koşuluna bağ-lamıştır. Araç işletenin sorumluluktan kurtulabilmesi için aracın çalınmasında veya gasbedilmesinde bir kusuru olmadığını kanıtlaması gerekir. Haksız fiillerde de, zararın doğumuna üçüncü kişinin ağır kusurlu davranışları sebebiyet vermişse, failin fiili ile zarar arasında illiyet bağı kesilir. Keza, Tapu Sicili’nin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumlu olup, MK’nın 1007. maddesi kapsamında bulunan bu sorumluluktan 3. kişilerin haksız fiillerinin illiyet bağını kestiği ilke olarak kabul edilmektedir. Davalı-karşı davacının sorumluğu sözleşmesel sorumluluk olup, ne var ki, üçüncü kişinin haksız fiilinden sorumlu tutulması mümkün görünmemektedir.
Somut olayda da, davalı-birleşen dosya davalısı Hakan aboneliği iptal et-tirmemiş olmakla birlikte, üçüncü kişinin haksız eyleminden sorumlu tutulmuştur. Oysa sorumlu tutulması için kullanımın haksız fiil ( kaçak kullanım ) olmaması, ya da el ve işbirliği içerisinde bulunması ispatlanmalıdır. Dinlenen tanıklar taşınmazın satıldığını aktarmışlardır. Kaldı ki, tapu kaydı da, 16.12.2002 tarihinde Nezahat, Murat ve B.Sami’ye satıldığı anlaşılmaktadır. Tutanak mahallinde de bu şahsın bulunduğuna, yani fiilen kullandığına dair bir bilgi mevcut değildir. Kaldı ki, elektrik kullanımı normal kullanım olmayıp, sayacın gerilim bobin köprüsü düşürülerek kaçak kullanıldığı belirlenmiştir. Bu haliyle kullanım tamamen haksız fiil niteliğinde olup, davacı-karşı davalı Hakan’ın kullandığına dair hiçbir bulgu olmadığından hakkında açılan davanın reddi yönündeki mahkeme kararının onanması gerektiğini düşündüğümden sayın çoğunluğun bozma yönündeki kararına katılamıyorum.
KARŞI OY : Davada, TEDAŞ ile aralarında abonelik sözleşmesi bulunan davalı Hakan’ın taşınmazını üçüncü şahıslara tapuda satarak devir ve teslim etmesinden sonra yeni maliklerin kullanımındaki kaçak elektrik tüketim bedelinin abone olan Hakan’dan tahsili için yapılan icra takibine vaki itirazın iptali, birleşen davada ise kaçak elektrik tüketiminden önceki malik abonenin sorumlu olmadığı iddiasına dayalı menfi tespit istenilmiştir.
Yerel mahkemece, davalı abonenin sözleşme kapsamında üçüncü şahısların haksız fiilinden sorumlu olamayacağı gerekçesi ile itirazın iptali isteminin reddine, menfi tespit isteminin ise kabulüne karar verilmiş, Yüksek Yargıtay Ondokuzuncu Hukuk Dairesi’nce aboneliği iptal ettirilmedikçe fiili kullanıcının eyleminden abonenin de müteselsilen sorumlu olduğu belirtilerek mahkeme kararı bozulmuş, mahkemece, önceki kararda direnilmesi üzerine Yüksek Hukuk Genel Kurulu’nun çoğunluğu tarafından abonelik iptal ettirilmedikçe fiili kullanıcının haksız eyleminden abonenin sorumlu olduğu görüşü benimsenerek direnme kararı bozulmuştur.
Yerel mahkeme ile Yargıtay Ondokuzuncu Hukuk Dairesi ve Hukuk Genel Kurulu çoğunluğu arasındaki uyuşmazlık; kurum ile abonelik sözleşmesi bulunan önceki malikin işbu taşınmazını satarak devretmesine rağmen aboneliğini sona erdirmemesi üzerine satın alan üçüncü şahısların kaçak elektrik kullanımından sorumlu olup olmayacağı hususuna ilişkindir.
Kural olarak borç kaynakları; sözleşme, haksız fiil ve sebepsiz zenginleşme olarak öğreti ve uygulamada kabul edilmiştir. Yine sorumluluk ilkeleri olarak; kusur sorumluluğu, sözleşme sorumluluğu ve yasadan kaynaklanan sorumluluk belirlenmiştir.
Hukuki sorumluluğu doğuran unsurlar arasında uygun illiyet bağı, sorumluluğun asli şartı, tazminat hukukunun temel ilkesi olarak görülmüştür. Uygun illiyet kavramı ise zarar ile söz konusu davranış veya olay arasında bir sebep sonuç bağının bulunması demektir ( Bkz. Prof. Dr. Fikret Eren, Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, Cilt 2 ). Sorumluluk; ister akit dışı, ister akdi sorumluk, isterse kusur sorumluluğu ya da kusursuz sorumluluğa dayansın illiyet bağının varlığı mutlaka aranır ( BK m. 41 ). Diğer bir ifade ile bir zararı tazmin borcu, nedensellik ( illiyet ) bağı dışına çıkamaz ( Bkz. Prof. Dr. Kenan Tunçomağ, Türk Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, Cilt 1 ). Nedensellik bağının kesilmesi halinde ise her türlü sorumluluk halinde tazminata hükmedilemez. ( Bkz. Mustafa Reşit Karahasan, Sorumluluk ve Tazminat Hukuku, Cilt 1 ).
Diğer bir husus da akdi sorumlulukla akit dışı sorumluluğun yarışması ( te- lahuku ) halidir ( Bkz. Andreas von Tuhr, Borçlar Hukuku, Cilt 1-2 ). Bir zarar, hem akde hem de akit dışı sorumluluğa dayandığı takdirde zarar gören, ister akde, isterse akit dışı sorumluluğa dayanarak talepte bulunabilir. Örneğin zarar; hem borca aykırılıktan hem de aynı zamanda haksız fiilden kaynaklanabilir, bu durumda hakların tela- hukundan bahsedilir ( Bkz. Prof. Dr. M.Kemal Oğuzman; Doç. Dr. M.Turgut Öz, Borçlar Hukuku Genel Hükümler; Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Tekinay Borçlar Hukuku, Genel Hükümler ).
Bu genel açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; TEDAŞ ile önceki taşınmaz maliki arasında abonelik sözleşmesi bulunduğu, taşınmazın satılarak 3. kişilere devir ve teslim edildiği, ancak aboneliğin iptal ettirilmediği, elektrik sayacına üçüncü kişilerce müdahale edilerek kaçak elektrik kullanıldığı çekişmesizdir. Sorun; aboneliğin iptal edilmemesi halinde abone dışındaki kişilerin haksız eyleminden sorumluluğun akde aykırılıktan mı yoksa haksız fiilden mi kaynaklandığına ilişkindir. Yerleşik Yargıtay uygulamasına göre, abonenin kendisi haksız bir eylemle örneğin sayaç mührünü kopararak elektrik tüketirse sözleşmenin tarafı olan idare isterse haksız fiile, isterse akde aykırılığa dayanarak talepte bulunabilir. Bu durumda istemin hukuki dayanağı açıkça belirtilmediği takdirde lehe olan akde aykırılığa ilişkin hükümler uygulanmaktadır. Aynı şekilde abonelik taşınmaz maliki adına olduğu halde kiracının fiili tüketiminden de abone ( kira sözleşmesinin gereği olarak kiralayanın mecuru akitten maksut olan gayeye uygun teslim yükümlülüğü kapsamında kiracıya rızaen kul-landırmış olması gözetilerek ) müteselsilen sorumlu tutulmuştur ( Bkz. HGK 2010/13-232 Esas, 316 Karar; HGK, 2008/19-174 Esas, 199 Karar; 13. HD., 2010/9381 Esas, 18279 Karar; 3. HD, 2009/19736 Esas, 21221 Karar; 19. HD., 2008/949 Esas, 9423 Karar ).
Ancak, somut olayda aboneliğin bulunduğu taşınmaz kaçak tüketim tespitinden önce satılarak üçüncü kişilere devir ve teslim edildiğine, nefi ve hasarın kural olarak satım tarihi itibariyle alıcıya geçtiğine ( BK m. 183/1 ) göre abonenin elektrik tesisatının haksız kullanımına rızasının bulunmadığı, bu durumda da üçüncü şahısların kaçak elektrik kullanımına ilişkin haksız eylemleri ile abonelik sözleşmesinden kaynaklanan sorumluluktaki illiyet bağı kesilmiş olduğundan akde aykırılık nedeniyle abonenin sorumluluğu söz konusu edilemez. Nitekim abone gerekli dikkat ve özeni gösterse böylece sayacın mührünün bozulmasına engel olsa bile üçüncü kişilerin sayaç öncesinden bağlantı yaparak kaçak elektrik kullanması olası bulunduğuna göre salt abonenin sayaç muhafazasındaki ihmal ve kusuru üçüncü kişilerin haksız eylemde bulunmalarına yol açmayacaktır. Burada abone ile taşınmazı sonradan satın alan ve haksız eylemin faili olan kişilere ilişkin hakların telahukundan da bahsedilemez. Çünkü, abonenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa, üçüncü kişilerin sorumluluğu ise haksız fiile dayanmaktadır.
Bu itibarla yerel mahkemenin direnme kararının hukuka uygun olduğu kanaati ile sayın çoğunluğun görüşüne katılmadığımızı saygıyla arz ederiz.
KARŞI OY: Uyuşmazlık, aboneliğini iptal ettirmedikçe, 3. kişinin kaçak elektrik kullanımından, abonenin kullanarak birlikte müteselsilen sorumlu olup olmayacağı noktasında toplanmıştır. Yerel mahkemece, malik ve kullanıcı olmayan abonenin, 3. kişinin elektrik hırsızlığı eyleminden sorumlu tutulamayacağına karar verilmiş, Yargıtay Yüksel Özel Dairesi’nce, abonelik iptal ettirilmedikçe 3. kişinin kaçak elektrik kullanımından abonenin de kullananla birlikte müteselsilen sorumlu olacağı gerekçesiyle mahkeme kararı bozulmuştur.
Taraflar arasında, abonelik sözleşmesi olduğu, sözleşmeye konu yerin 09.12.2002 tarihinde 3. kişiye satılıp zilyetliğinin devir ve teslim edildiği, kaçak elektrik tutanağının 10.01.2003 tarihinde tutulduğu, abonelik sözleşmesinin iptal ettirilmediği ve sözleşmede abonenin 3. kişinin kaçak elektrik kullanımından sorumlu olacağına dair herhangi bir düzenlemenin bulunmadığı uyuşmazlık konusu değildir. Abonenin normal elektrik kullanım bedelinden kullananla birlikte sorumlu olacağında da uyuşmazlık yoktur. 3. kişinin kaçak elektrik kullanımından ( elektrik hırsızlığından ) abonenin sırf abonelik ilişkisini sonlandırmadı diye sorumlu olup olmayacağı, uyuşmazlık konusudur.
Elektrik Piyasası Müşteri Hizmetleri Yönetmeliği’nin 13. maddesinde; gerçek veya tüzel kişiler tarafından yasal şekilde tesis edilmiş sayaçtan geçirilmeden, mevzuata aykırı bir şekilde elektrik enerjisi tüketilmesi, kaçak elektrik enerjisi tüketimi olarak tanımlanmıştır.
Yargıtay İçtihatlarında açıklandığı üzere; bir hukuksal ilişkinin borç ilişkisi sayılabilmesi için, taraflarına ve konusuna ait iki unsura ihtiyaç bulunmaktadır. Bunlar; hukuki ilişkinin alacaklı ve borçludan oluşması, alacaklının ifasını talep yetkisine sahip olduğu, borçlunun ifa yükümlülüğü altına girdiği “edim” şeklinde ifade edilebilir.
Borçlar Kanununda borcun kaynakları, sözleşme, haksız eylem ve sebepsiz zenginleşme olarak gösterilmiştir. Sözleşme, iki tarafın hukuksal sonuca yönelik karşılıklı ve birbirine uygun irade açıklamalarıyla meydana gelen hukuksal ilişkidir. Haksız eylemin borç doğurmasının sebebi ise, kişinin iradesi dışında, kendisine yönelik hukuka aykırı bir eylemdir.
Yerel mahkemece ve Yargıtay Yüksek Özel Dairesi’nce de benimsendiğine göre; dava, haksız eylem nedeniyle tazminat istemine ilişkindir. Borçlar Kanunu’nun 41/1 maddesine göre, gerek kasten, gerek ihmal ve teseyyüp yahut tedbirsizlikle haksız bir suretle diğer kimseye bir zarar ika eden şahıs, zararın tazminine mecburdur. Kusur sorumluluğu olarak da tanımlanan haksız eylem sorumluluğunun kurucu unsurları 1- Davranış ( eylem ) 2- Zarar 3- İlliyet bağı 4- Kusur 5- Hukuka aykırılık olduğu tartışmasızdır. Sorumluluğun doğabilmesi için bu unsurların tümünün gerçekleşmiş olması gerekir.
Somut olayımıza gelince; kaçak elektrik kullanımını gerçekleştiren kişi abone olmayıp, taşınmazın yeni malikidir ( kullanıcısıdır ). Abonenin olaydaki ihmali, taşınmazın satımına rağmen abonelik ilişkisini sona erdirmemiş olduğuna göre; yeni malikin ( kullanıcının ) kaçak elektrik kullanımı eylemi ile, salt abonelik sözleşmesinin sona erdirilmemesi eylemi arasında, nasıl bir uygun illiyet bağı vardır? Farklı bir şekilde sorulursa, abone satım sözleşmesiyle birlikte abonelik ilişkisini sona erdirseydi, yeni malik ( kullanıcı ) tarafından gerçekleştirilen kaçak elektrik kullanımı ve zararın doğumu engellenmiş mi olacaktı?
Görüldüğü gibi kaçak elektrik kullanımı eylemi ile abonenin eylemi arasında sorumluluğu gerektirecek uygun nedensellik bağı yoktur. Ayrıca olayımızda araç işleteninin, taşınmaz malikinin olduğu gibi, kanundan doğan kusursuz sorumluluk hali de yoktur.
Öte yandan müteselsil borç, Borçlar Kanunu’nun 141. maddesine göre ya hukuki işlemden ( sözleşmeden ) veya kanundan doğduğuna göre, abonenin haksız fiil failiyle birlikte müteselsilen sorumlu tutulabilmesinin yasal dayanağının bulunmadığı her türlü izahtan vareste bulunmamaktadır. Burada gözden uzak tutulmaması gereken husus, abonenin sözleşmeyle 3. kişinin elektrik hırsızlığı eylemini gerçekleştirmesi halinde doğacak zarardan sorumlu olacağına dair herhangi bir düzenlemenin sözleşmede yer almaması hususudur.
Bu bağlamda, Yüksek Yargıtay Onüçüncü Hukuk Dairesi 05.02.2009 ve 2008/10731 Esas 2009/1258 Karar sayılı içtihadında, aynen “Kaçak elektrik kullanımı, haksız fiil niteliğinde olduğundan, fiili gerçekleştirenin şahsi sorumluluğu söz konusudur. Aboneliğini iptal ettirmemiş olan davacı ( abone ), normal kullanımından kaynaklanan borçlardan sorumlu ise de, kaçak kullanımından doğan borçtan sorumlu değildir,” demek suretiyle konuyu aydınlatmaktadır.
Tüm bu nedenlerle; usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekmekte iken, aksine düşüncelerle bozulmasına dair sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/283
K. 2010/1989
T. 24.2.2010
• KOMŞULUK HUKUKU ( Elatmanın Önlenmesi – Bir Davaya Harcı Ödenmek Suretiyle Asli Müdahalede Bulunulabileceği/Komşuluk Haklarının Kullanılması İçin Yapılması Gerekli Olan İşlere Komşu Taşınmaz Maliki Katlanmak Zorunda Olduğu )
• ASLİ MÜDAHALE ( Elatmanın Önlenmesi ve Sıva Yapılmasına İzin Verilmesi İsteği – Bir Davaya Harcı Ödenmek Suretiyle Asli Müdahalede Bulunulabileceği )
• ELATMANIN ÖNLENMESİ ( Sıva Yapılmasına İzin Verilmesi İsteği – Davacı ve Müdahilin Bina Duvarının Yağmur Suları ve Rutubetten Korunmak İçin Sıva Yaptırmak Zorunda Kaldığı ve Bunun İçin de Mutlak Surette Davalı Taşınmazına İskele Kurmak ve Onun Taşınmazına Zorunlu Olarak Müdahale Etmesi Gerektiği )
• SIVA YAPILMASINA İZİN VERİLMESİ İSTEMİ ( Davacı ve Müdahilin Bina Duvarının Yağmur Suları ve Rutubetten Korunmak İçin Sıva Yaptırmak Zorunda Kaldığı ve Bunun İçin de Mutlak Surette Davalı Taşınmazına İskele Kurmak ve Onun Taşınmazına Zorunlu Olarak Müdahale Etmesi Gerektiği )
4721/m.750
ÖZET : Dava; elatmanın önlenmesi ve sıva yapılmasına izin verilmesi isteğine ilişkindir. Bir davaya harcı ödenmek suretiyle asli müdahalede bulunulabilir. Komşuluk haklarının kullanılması için yapılması gerekli olan işlere komşu taşınmaz maliki katlanmak zorundadır.
Davacı ve müdahilin bina duvarının yağmur suları ve rutubetten korunmak için sıva yaptırmak zorunda kaldığı ve bunun için de mutlak surette davalı taşınmazına iskele kurmak ve onun taşınmazına zorunlu olarak müdahale etmesi gerektiği belirlendiği dosya kapsamı ile sabit olduğundan istek de gözetilmek suretiyle bir karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasında görülen davada;
Davacı, 127 ada, 7 parsel sayılı taşınmazın kayıt maliki dava dışı Hediye ile davacı şirketin kat karşılığı inşaat sözleşmesi yaptığını, inşaatın Ç… Belediyesi tarafından alınan inşaat plan ve ruhsatına uygun olarak inşaatın tamamlandığını, inşaatın komşu 6 sayılı parsele bakan cephenin dış yüzeyinin sıvanmasına davalı 6 parsel malikinin izin vermediğini, duvarın dış yüzeyinin sıvanamaması nedeniyle bağımsız bölümlerin rutubetlendiğini, davanın komşuluk hukuku ilkelerine aykırı hareket ettiğini ileri sürerek elatmanın önlenmesine ve sıva yapılmasına izin verilerek muarazanın giderilmesine karar verilmesini istemiştir.
Davalı, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece; husumet yokluğundan davanın reddine karar verilmiştir.
Karar, davacı ve müdahil davacı tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; tetkik hakiminin raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü:
KARAR : Dava; elatmanın önlenmesi ve sıva yapılmasına izin verilmesi isteğine ilişkindir.
Mahkemece; husumet yokluğu nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu 7 sayılı parselde davacı şirketin mülkiyetten kaynaklanan bir hakkı bulunmadan taşınmazda tasarruf ettiği binanın davalının maliki bulunduğu taşınmaza bakan duvarına sıva ve boya yapmak istediği halde davalının müsaade etmediği ve gerekli izni vermediği ileri sürülerek eldeki davayı açtığı ve dava sırasında taşınmazda bağımsız bölüm maliki olan Cevdet’in harcını yatırmak suretiyle davaya asli müdahale talebinde bulunduğu ve mahkemece müdahale talebinin reddine, asıl davanın da 7 sayılı davacının kullanımında bulunulan binanın çekme mesafesine uygun yapılmadığı, davalının 7 sayılı taşınmazla ilgili inşaat ruhsatının iptali konusunda dava açtığını gerekçe yapmak suretiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki; gerçekten de hukukumuzda asli müdahale yoluyla bir kimsenin taraf olacağına dair yasal bir düzenleme bulunmamakla beraber açılmış bir davaya harcını da ikmal etmek suretiyle müdahale talebinde bulunarak müstakilen hak iddia etmesi ve Yasanın kendisine tanıdığı imkanları elde etmesine engel bir hüküm bulunmamaktadır.
Bu sebeple, Cevdet’in asli müdahale talebinin ara kararı ile reddine karar verilmiş olmasının doğru olduğu söylenemez.
Diğer taraftan 7 nolu taşınmazda yer alan binanın davalının taşınmazına komşu olduğu ve bu yere bakan duvarın korunması ve tabiat hadiselerinden etkilenerek binanın bir zarar görmemesi için sıvanması ve boyanmasında zaruret bulunduğu elde edilen bilirkişi raporunda belirtilmiştir. Taşınmazda bulunan binanın çekme mesafesine uyulmaması veya kaçak yapılması idareyi ve idari yaptırımı gerektiren hususlardır. Oysa, eldeki davada istek, 4721 sayılı TMK’nın komşuluk hukuku ile ilgili yasal düzenlemelere dayanmaktadır. Keza TMK’nın 750. maddesine göre komşuluk haklarının kullanılması için gerekli olan işlerin yapılması için komşu taşınmaz maliki birtakım vecibelere katlanmak zorundadır.
O halde, gerek mahkeme gerekçesinde gerekse davalının savunmasında ileri sürüldüğü gibi, davacı ve asli müdahilin isteğini kötüniyet olarak nitelemek olanak dışıdır.
Hal böyle olunca, davacı ve müdahilin bina duvarının yağmur suları ve rutubetten korunmak için sıva yaptırmak zorunda kaldığı ve bunun için de mutlak surette davalı taşınmazına iskele kurmak ve onun taşınmazına zorunlu olarak müdahale etmesi gerektiği belirlendiği dosya kapsamı ile sabit olduğundan istek de gözetilmek suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru değildir.
SONUÇ : Davacı ve müdahil davacının, temyiz itirazları açıklanan nedenlerden ötürü yerindedir. Kabulüyle hükmün HUMK’nın 428. maddesi gereğince ( BOZULMASINA ), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 24.02.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/2022
K. 2010/3530
T. 29.3.2010
• ECRİMİSİL ( Davada Tapu Kütüğünde Bu Yönde Bir Şerh Bulunmadığı – Paylaşmanın Varlığı Kabul Edilse Bile Davacıyı Bağlayacağı Söylenemeyeceği/Davanın Kabulü Gerektiği )
• ELATMANIN ÖNLENMESİ ( Paylı Mülkiyet Konusu Bağımsız Bölüme – Taşınmazlarda Yararlanma Kullanma ve Yönetime İlişkin Kararların Sonradan Paydaş Olan veya Pay Üzerinde Ayni Hak Kazananları Bağlaması İçin Bunların Tapu Kütüğüne Şerh Edilmesi Gerektiği )
• PAYLI MÜLKİYET ( Elatmanın Önlenmesi ve Ecrimisil – Taşınmazlarda Yararlanma Kullanma ve Yönetime İlişkin Kararların Sonradan Paydaş Olan veya Pay Üzerinde Ayni Hak Kazananları Bağlaması İçin Bunların Tapu Kütüğüne Şerh Edilmesi Gerektiği )
4721/m.691,695
ÖZET : Dava, paylı mülkiyet konusu bağımsız bölüme elatmanın önlenmesi ve ecrimisil isteğine ilişkindir. İbraz edilen kira sözleşmesinin düzenlenme tarihi ile davacının pay satın aldığı tarih gözetildiğinde, 4721 Sayılı TMK’nun yürürlüğe girdiği döneme ilişkin olduğu, bu durumda aynı yasanın 695. maddesinin 1. fıkrasında, “Yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin konularda paydaşların yaptıkları düzenleme ve aldıkları kararlar ile mahkemece verilen kararlar, sonradan paydaş olan veya pay üzerinde aynî hak kazanan kimseleri de bağlar.” hükmü yer almakla birlikte, aynı maddenin 2. fıkrasında “Taşınmazlarda yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin kararların sonradan paydaş olan veya pay üzerinde ayni hak kazananları bağlaması için, bunların tapu kütüğüne şerh edilmesi gerekir” hükmü öngörülmüştür.
Eldeki davada, tapu kütüğünde bu yönde bir şerh bulunmadığı açıktır. O halde, paylaşmanın varlığı kabul edilse bile, davacıyı bağlayacağı söylenemez. Hal böyle olunca, davanın kabulü ile belirlenecek ecrimisile karar verilmesi gerekir.
DAVA VE KARAR : Dava, paylı mülkiyet konusu bağımsız bölüme elatmanın önlenmesi ve ecrimisil isteğine ilişkindir.
Mahkemece davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden, taşınmazın öncesinde davalı ve dava dışı M… T… arasında paylı mülkiyet üzere kayıtlı olduğunu, davalının payını davacıya 10.02.2005 tarihinde satış suretiyle temlik ettiği, 28.12.2005 tebliğ tarihli ihtarnameden sonra eldeki davanın açıldığı, çekişmeli bağımsız bölümün kat irtifaklı olarak tapuda kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır.
Davacı, davalının tasarrufunun haklı ve geçerli bir nedene dayanmadığını ileri sürerek eldeki davayı açmış, davalı ise dava dışı paydaşın kiracısı olduğunu savunmuştur.
Bilindiği üzere, paylı mülkiyet konusu taşınmazların kiraya verilmesi TMK’nun 691. maddesi uyarınca pay ve paydaş çoğunluğuna bağlıdır. İki paydaşlı taşınmazlarda, bir paydaşın taşınmazı üçüncü kişiye kiraya vermesi durumunda, hiçbir zaman paydaş çoğunluğu sağlanamayacağından, oybirliğinin gerekli olacağı kuşkusuzdur. Kaldı ki, yapılan sözleşmeye Borçlar Kanununun 38.maddesi gereğince icazet de verilmiş değildir.
Öte yandan, ibraz edilen kira sözleşmesinin düzenlenme tarihi ile davacının pay satın aldığı tarih gözetildiğinde, 4721 Sayılı TMK’nun yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihinden sonraki döneme ilişkin olduğu, bu durumda aynı yasanın 695. maddesinin 1. fıkrasında, “Yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin konularda paydaşların yaptıkları düzenleme ve aldıkları kararlar ile mahkemece verilen kararlar, sonradan paydaş olan veya pay üzerinde aynî hak kazanan kimseleri de bağlar.” hükmü yer almakla birlikte, aynı maddenin 2. fıkrasında “Taşınmazlarda yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin kararların sonradan paydaş olan veya pay üzerinde ayni hak kazananları bağlaması için, bunların tapu kütüğüne şerh edilmesi gerekir” hükmü öngörülmüştür.
Eldeki davada, tapu kütüğünde bu yönde bir şerh bulunmadığı açıktır. O halde, paylaşmanın varlığı kabul edilse bile, davacıyı bağlayacağı söylenemez.
Hal böyle olunca, davanın kabulü ile belirlenecek ecrimisile karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.
SONUÇ : Davacının, temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle HUMK.’nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 29.03.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/10841
K. 2011/11274
T. 23.6.2011
• BOŞANMA ( Eylemli Ayrılık Nedeniyle – Üç Yıllık Sürede Tarafların Biraraya Gelmiş Olup Olmadıkları Yönünde İnceleme Yapılması Gerektiği/Davalı Kadının Reddedilen Davadan Sonra Tekrar Bir Araya Geldiklerini Yine Evi Terk Etmek Zorunda Bırakıldığını İleri Sürmesi )
• EYLEMLİ AYRILIK NEDENİYLE BOŞANMA ( Davalı Kadının Reddedilen Davadan Sonra Tekrar Bir Araya Geldiklerini Yine Evi Terk Etmek Zorunda Bırakıldığını İleri Sürmesi – Üç Yıllık Sürede Tarafların Birlikte Olup Olmadıkları Yönünde İnceleme Yapılması Gerektiği )
• BOŞANMA DAVASININ REDDİ ( Eylemli Ayrılık Nedeniyle Yeni Açılan Dava – Üç Yıllık Sürede Tarafların Biraraya Gelmiş Olup Olmadıkları Yönünde İnceleme Yapılması Gerektiği/Davalı Kadının Bir Araya Geldikleri Yine Evi Terk Etmek Zorunda Bırakıldığını İddiası )
4721/m. 166/son
ÖZET : Dava, eylemli ayrılık nedeniyle boşanma davası niteliğindedir. Mahkemece, üç yıllık süre geçirilerek açılmış olduğu anlaşılan davada tarafların bu sürede biraraya gelmiş olup olmadıkları yönünde hiç bir inceleme yapılmadan karar verilmiştir. Davalı kadın davaya verdiği cevap dilekçesi ile reddedilen boşanma davasından sonra bir süre ayrı yaşadıklarını ve sonra tekrar bir araya geldiklerini, sonrasında yine evi terk etmek zorunda bırakıldığını ileri sürmüştür. Taraflara iddialarını kanıtlama için delillerini bildirmek üzere süre verilmesi ve gösterdikleri deliller toplandıktan sonra sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken; eksik inceleme ile hüküm kurulması, usul ve yasaya aykırıdır.
DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Dava, eylemli ayrılık nedeniyle boşanma davası niteliğindedir. ( TMK.m.166/son ) Bu davada boşanma sebeplerinden biriyle açılmış bulunan davanın reddine karar verilmesi ve kararın kesinleştiği tarihten başlayarak üç yıl geçmesi halinde, her ne sebeple olursa olsun ortak hayat yeniden kurulamamışsa; evlilik birliği temelden sarsılmış sayılır. Bu durumda, eşlerden birinin açacağı boşanma davası sonucu boşanmaya karar verilir. Bu nedenle, davacının, öncelikle retle sonuçlanıp kesinleşmiş bir boşanma davasının varlığını ve kesinleşme tarihinden itibaren üç yıl içinde tarafların evlilik birliğini devam ettirmek üzere biraraya gelmiş olmadıkları; Türk Medeni Kanununun 166/son maddesine dayalı bu davanın üç yıllık süre geçirilerek açılmış olduğunu kanıtlaması gerekir. Mahkemece, üç yıllık süre geçirilerek açılmış olduğu anlaşılan davada tarafların bu sürede biraraya gelmiş olup olmadıkları yönünde hiç bir inceleme yapılmadan karar verilmiştir.
Kaldı ki, davalı kadın davaya verdiği 20.01.2010 havale tarihli cevap dilekçesi ile reddedilen boşanma davasından sonra bir süre ayrı yaşadıklarını ve sonra tekrar bir araya geldiklerini, sonrasında yine evi terk etmek zorunda bırakıldığını ileri sürmüş, duruşmada da cevap dilekçesini tekrarladığını bildirmiş olduğuna göre; taraflara iddialarını kanıtlama için delillerini bildirmek üzere süre verilmesi ve gösterdikleri deliller toplandıktan sonra sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken; eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması, usul ve yasaya aykırı olup; bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : Temyiz olunan hükmün yukarıda gösterilen sebeplerle BOZULMASINA, bozma kapsamına göre temyize konu diğer bölümlerin incelenmesine ise şimdilik yer olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 23.06.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/1556
K. 2011/5983
T. 11.4.2011
• SİGORTALININ TEDAVİSİNDE KULLANILAN TIBBİ MALZEMELERİN BEDELİNİN TAHSİLİ İSTEMİ ( İş Mahkemesince Verilen Görevsizlik Kararının Yargıtay’ın Denetiminden Geçmeden Kesinleşmesinin Sulh Hukuk Mahkemesini Bağlamayacağı – Davanın İş Mahkemesinin Görev Alanında Olduğu )
• GÖREVSİZLİK KARARI ( Sağlık Yardımının Ödenmesine İlişkin Uyuşmazlık – İş Mahkemesince Verilen Görevsizlik Kararının Yargıtay’ın Denetiminden Geçmeden Kesinleşmesinin Sulh Hukuk Mahkemesini Bağlamayacağı/İş Mahkemesinin Görevli Olacağı )
• SAĞLIK YARDIMININ ÖDENMESİNE İLİŞKİN UYUŞMAZLIK ( İş Mahkemesince Verilen Görevsizlik Kararının Yargıtay’ın Denetiminden Geçmeden Kesinleşmesinin Sulh Hukuk Mahkemesini Bağlamayacağı – İş Mahkemesinin Görevli Olacağı )
5510/m. 101
1086/m.25/son
ÖZET : Dava, davalı kurumun sigortalısının tedavisinde kullanılan tıbbi malzemelerin bedelinin tahsili istemine ilişkin olup, İş Mahkemesinde açılmıştır. Uyuşmazlığın temelinde, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun sigortalısına sağlamakla yükümlü olduğu sağlık yardımlarının ödenilmesi isteği vardır. İş mahkemesince verilen görevsizlik kararı Yargıtay’ın denetiminden geçmeden kesinleştiği için sulh hukuk mahkemesini bağlamaz. Görev konusu kamu düzenine ilişkin olup mahkemece re’sen gözetilmesi gerektiğinden ve davanın her aşamasında dikkate alınabileceğinden, davaya bakmakla görevli olan mahkemenin iş mahkemesi olduğu düşünülmeksizin davanın esası hakkında hüküm kurulması yasaya aykırıdır.
DAVA : Dava dilekçesinde 1.466,36 lira alacağın faiz ve masraflarla birlikte davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup, gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı vekili dilekçesinde, davalı kurumun sigortalısı olan E.’nin ameliyatında kullanılan ortopedik tıbbi malzemelerin müvekkili şirket tarafından temin edildiğini, ödemenin yapılabilmesi amacıyla sigortalı tarafından müvekkil şirkete vekaletname verilmesine ve ameliyata ilişkin evrakların davalı kuruma iki kez sunulmasına rağmen, davalı kurumun ortopedik tıbbi malzemelerin bedelini ödemediğini ileri sürerek; 1.466,36 TL’nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı kurumdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili cevap dilekçesinde; teslim edildiği bildirilen evrakın davalı kuruma ait birimlerde bulunamadığı hususunun davacı şirkete bildirildiğini, yasal mevzuat uyarınca ödemelerin ancak evrakların aslının teslim edilmesi halinde yapılabileceğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, davalı kurumun sigortalısının tedavisinde kullanılan tıbbi malzemelerin bedelinin tahsili istemine ilişkin olup, Ankara Birinci İş Mahkemesinde açılmış ise de, dava konusu uyuşmazlığın 506 sayılı Yasa’nın uygulanmasından doğmadığı, tedavi gören sigortalının davacı şirkete tedavisinde kullanılan malzemelerin bedelinin tahsili açısından vekalet verdiği, dava hakkının ise devredilmediği, bu nedenle davanın mahkemenin görev alanına girmediği gerekçe gösterilerek dava dilekçesinin görev yönünden reddine karar verilmiş, bu kararın temyiz edilmeksizin kesinleşmesi üzerine dava, sulh hukuk mahkemesine gönderilmiştir.
İş Mahkemeleri, 5521 sayılı Kanun ile kurulmuş olan istisnai nitelikte özel mahkemelerdir. 5510 sayılı Kanun’un 101. maddesi bu kanunun uygulanmasından doğan uyuşmazlıkların İş Mahkemelerinde görüleceğini hükme bağlamıştır.
Somut olayda mahkemenin görevini belirlerken, taraflar arasındaki uyuşmazlığın hangi hukuki sebebe dayandığına bakmak gerekir.
Dosya kapsamına göre dava, davacının Sosyal Güvenlik Kurumu ile yaptığı bir sözleşmeye dayanmamakta olup, sözleşmeden kaynaklanan bir borç bulunmamaktadır.
Uyuşmazlığın temelinde, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun sigortalısına sağlamakla yükümlü olduğu sağlık yardımlarının ödenilmesi isteği vardır.
Davacı şirketin davasında haklı olup olmadığı, aktif dava ehliyetinin bulunup bulunmadığı ancak sağlık sigortasının kapsam ve koşullarını düzenleyen sosyal güvenlik mevzuatı çerçevesinde belirlenebilir.
Bundan ayrı davacının, bu konuda aktif dava ehliyeti bulunup bulunmadığı sorunu, uyuşmazlığın sosyal güvenlik hukukundan kaynaklanmış olması gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Diğer taraftan, HUMK’nın 25/son maddesi uyarınca iş mahkemesince verilen görevsizlik kararı Yargıtay’ın denetiminden geçmeden kesinleştiği için sulh hukuk mahkemesini bağlamaz.
Şu halde, görev konusu kamu düzenine ilişkin olup mahkemece re’sen gözetilmesi gerektiğinden ve davanın her aşamasında dikkate alınabileceğinden, davaya bakmakla görevli olan mahkemenin iş mahkemesi olduğu düşünülmeksizin davanın esası hakkında hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz olup, bu nedenlerle yerinde olan temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince ( BOZULMASINA ), 11.04.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/3430
K. 2011/6636
T. 18.4.2011
• AİLE BAŞKANININ SORUMLULUĞU ( Çocuğunun Yangın Çıkarması Nedeniyle Aile Başkanından Tazminat Talebi – Davanın Aile Mahkemesinde Görüleceği )
• ÇOCUĞUN YANGIN ÇIKARMASI NEDENİYLE TAZMİNAT DAVASI ( Aile Başkanından Sorumluluğu Nedeniyle Tazminat Talep Edildiği – Aile Mahkemesinin Görevli Olacağı )
• GÖREVLİ MAHKEME ( Çocuğunun Yangın Çıkarması Nedeniyle Aile Başkanından Tazminat Talebi – Davanın Aile Mahkemesinde Görüleceği )
4721/m. 369
4787/m. 4
ÖZET : Dava, davalıların çocuğunun yangın çıkarması nedeniyle tazminat istemine ilişkindir. Dava dilekçesindeki açıklamalardan, davalıların aile başkanı olarak sorumluluğunun istendiği anlaşılmaktadır. Böyle bir davanın Aile Mahkemesinde incelenip sonuçlandırılması gerekir.
DAVA : Dava dilekçesinde 2500 lira tazminatın faiz ve masraflarla birlikte davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın reddi cihetine gidilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup, gereği düşünüldü:
KARAR : Dava, davalıların çocuğunun yangın çıkarması nedeniyle tazminat istemine ilişkindir. Dava dilekçesindeki açıklamalardan, davalıların aile başkanı olarak sorumluluğunun istendiği anlaşılmaktadır.
Aile başkanının sorumluluğunun yasal dayanağı, MK’nın 369. maddesinde bulunmaktadır. 4787 sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş Yasası’nın 4. maddesinde, MK’nın 2. kitabından doğan dava ve işlerin Aile Mahkemesinde çözümleneceği belirtilmektedir. Somut olayda MK’nın 369. maddesine dayanılarak tazminat istendiğine göre, böyle bir davanın Aile Mahkemesinde incelenip sonuçlandırılması gerekmektedir. Mahkemece, görev yönü gözetilmeksizin işin esasının incelenmiş olması bozma nedenidir.
SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nın 428. maddesi gereğince ( BOZULMASINA ) ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 18.04.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/3784
K. 2011/2855
T. 17.3.2011
• DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATI TALEBİ ( Davacıların Sigorta Şirketleri Tarafından Verilen Bedeli Tazminat Hesabının Yapıldığı Günden Önce Aldığı – Yasal Faizinin Belirlenmesi İçin Sigorta Ödemesinin Güncellenerek Hesaplanan Tazminattan İndirileceği )
• ZARAR VE YARARIN DENKLEŞTİRİLMESİ İLKESİ ( Destekten Yoksun Kalma Tazminatı Talebi – Davacıların Sigorta Şirketleri Tarafından Verilen Bedeli Tazminat Hesabının Yapıldığı Günden Önce Aldığı/Sigorta Ödemesinin Güncellenerek Hesaplanan Tazminattan İndirileceği )
• TAZMİNATIN HESAPLANMASI ( Destekten Yoksun Kalma Tazminatı Talebi – Davacıların Sigorta Şirketleri Tarafından Verilen Bedeli Tazminat Hesabının Yapıldığı Günden Önce Aldığı/Sigorta Ödemesinin Güncellenerek Hesaplanan Tazminattan İndirilmesi Gereği )
• MANEVİ TAZMİNAT ( Trafik Kazası Nedeniyle Desteğin Ölümünden Dolayı – Tarafların Ekonomik ve Sosyal Durumları Dikkate Alındığında Daha Alt Düzeyde Manevi Tazminata Hükmedileceği )
818/m. 41,43, 45, 47
ÖZET : Dava, trafik kazası nedeniyle desteğin ölümünden dolayı uğranılan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Sigorta şirketleri tarafından verilen parayı tazminat hesabının yapıldığı günden önce alan davacılar, zarar ve yararın denkleştirilmesi ilkesi gereğince, sigorta şirketleri tarafından yapılan ödemelerin, tazminat hesabının yapıldığı güne kadar geçen süreye ilişkin yasal faizinin belirlenmesi amacıyla sigorta ödemesinin güncellenerek, hesaplanan tazminattan indirilmesi gerekir.
Dava konusu olayın gelişim biçimi ve tarihi, tarafların ekonomik ve sosyal durumları ile yukarıdaki ilkeler gözetildiğinde, davacılar yararına takdir edilen manevi tazminat fazladır. Davacılar yararına daha alt düzeyde manevi tazminat takdir edilmek üzere karar bozulmalıdır.
DAVA : Davacı ve vdl. vekili tarafından, davalı ve diğerleri aleyhine 15.12.2006 gününde verilen dilekçe ile trafik kazası sonucu ölüm nedeniyle uğranılan maddi ve manevi zararın ödetilmesinin istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 16.12.2009 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalılar vekilleri tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü:
KARAR : 1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.
2- Davalıların diğer temyiz itirazlarına gelince;
a ) Dava, trafik kazası nedeniyle desteğin ölümünden dolayı uğranılan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Yerel mahkemece istemin bir bölümü kabul edilmiş; karar, davalılar tarafından temyiz olunmuştur.
Dava konusu eylem nedeniyle, dava dışı sigorta şirketleri tarafından davacılara 17.05.2006 günü 12.070,00 TL, 29.03.2006 günü de 30.174,00 TL tazminat ödenmiştir. Yerel mahkemece benimsenen 15.06.2009 günlü bilirkişi raporunda sigorta şirketleri tarafından davacılara yapılan bu ödeme, herhangi bir güncelleme yapılmadan, indirilmiştir.
Sigorta şirketleri tarafından verilen parayı tazminat hesabının yapıldığı günden önce alan davacılar, bu paranın tazminat hesabının yapıldığı güne kadar işleyen yasal faizi kadar kazanım sağlamış olacaklarından; zarar ve yararın denkleştirilmesi ilkesi gereğince, sigorta şirketleri tarafından yapılan ödemelerin, tazminat hesabının yapıldığı güne kadar geçen süreye ilişkin yasal faizinin belirlenmesi amacıyla sigorta ödemesinin güncellenerek, hesaplanan tazminattan indirilmesi gerekir.
Yerel mahkemece, olay nedeniyle sigorta şirketleri tarafından davacılara ödemelerin yapıldığı 17.05.2006 ve 29.03.2006 günleri ile destekten yoksun kalma tazminatının hesaplanmasına ilişkin bilirkişi raporunun düzenlendiği 15.06.2009 günü arasında geçen sürede, sigorta şirketlerinden alınan paraların getirişi yasal faiz ölçüsünde güncelleştirilip belirlenerek, sigorta şirketleri tarafından yapılan ödeme ile birlikte, hesaplanan destekten yoksun kalma tazminatından indirilmemiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.
b ) Borçlar Yasası’nın 47. maddesi gereğince yargıcın, özel durumları gözönünde tutarak manevi zarar adı ile hak sahibine verilmesine karar vereceği para tutarı adalete uygun olmalıdır. Takdir edilecek bu tutar, zarara uğrayanda manevi huzuru-doğurmayı gerçekleştirecek tazminata benzer bir işlevi ( fonksiyonu ) olan özgün bir nitelik taşır. Bir ceza olmadığı gibi malvarlığı hukukuna ilişkin bir zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir. O halde bu tazminatın sınırı onun amacına göre belirlenmelidir. Takdir edilecek tutar, var olan durumda elde edilmek istenilen doyum ( tatmin ) duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan kadar olmalıdır. 22.06.1966 gün ve 7/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nın gerekçesinde takdir olunacak manevi tazminatın tutarını etkileyecek özel durum ve koşullar da açıkça gösterilmiştir. Bunlar her olaya göre değişebileceğinden yargıç, bu konuda takdir hakkını kullanırken ona etkili olan nedenleri de karar yerinde nesnel ( objektif ) ölçülere göre uygun ( isabetli ) bir biçimde göstermelidir.
Dava konusu olayın gelişim biçimi ve tarihi, tarafların ekonomik ve sosyal durumları ile yukarıdaki ilkeler gözetildiğinde, davacılar yararına takdir edilen 15.000,00’er TL manevi tazminat fazladır. Davacılar yararına daha alt düzeyde manevi tazminat takdir edilmek üzere karar bozulmalıdır.
SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda ( 2/a ve b ) sayılı bentlerde gösterilen nedenlerle ( BOZULMASINA ), öteki temyiz itirazlarının ilk bentte açıklanan nedenlerle reddine ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine, 17.03.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/7024
K. 2011/7211
T. 20.6.2011
• EL ATMANIN ÖNLENMESİ DAVASI ( Baz İstasyonunun Kaldırılması Talebi – ” … Baz İstasyonunu Görünce Moralim Bozuluyor…” Gibi Soyut İfadelerin Delil Olarak Kabul Edilemeyeceği/İstasyonun Davacının Sağlığına Zarar Verdiği İnandırıcı Delillerle Kanıtlanamadığından Davanın Reddedileceği )
• BAZ İSTASYONUNUN KALDIRILMASI TALEBİ ( İstasyonun Davacının Sağlığına Zarar Verdiği İnandırıcı Delillerle Kanıtlanamadığından Davanın Reddedileceği )
• İLMİ VE İNANDIRICI DELİL ( Baz İstasyonunun Kaldırılması Talebi – ” … Baz İstasyonunu Görünce Moralim Bozuluyor…” Gibi Soyut İfadelerin Delil Olarak Kabul Edilemeyeceği/İstasyonun Davacının Sağlığına Zarar Verdiği İnandırıcı Delillerle Kanıtlanamadığından Davanın Reddedileceği )
4721/m. 737
5809/m. 37
ÖZET : El atmanın önlenmesi davası, sağlığa zarar verdiği iddiası ile davalı şirkete ait baz istasyonunun kaldırılması talebine ilişkindir. Davaya konu baz istasyonunun limit değerlere ve güvenlik mesafesine uygun olduğu anlaşılmaktadır. Davada davacının baz istasyonunun sağlığına zarar verdiğini ve baz istasyonunun yönetmelikte belirtilen limit değerlere uygun bulunmadığını ispatlaması gerekir. Kanıtlanmayan mücerret ( soyut ) “uzun vadede zarar verir, baz istasyonu yakın mesafede, görünce moralim bozuluyor,… vs gibi” nedenlerle dava açılması ve kabulü hukuka ve yasalara uygun değildir. Baz istasyonunun soyut değerlendirmeler dışında davacının sağlığına zarar verdiği teknik, ilmi ve inandırıcı delillerle kanıtlanamamıştır. Şu durumda davanın reddine karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki elatmanın önlenmesi davasından dolayı yerel mahkemece verilen kararın; Dairemizin 01.02.2011 gün ve 2010/14491-2011/929 sayılı ilamıyla onanmasına karar verilmiştir. Süresi içinde davalılardan T… İletişim Hizmetleri A.Ş. vekili tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla HUMK’nın 440-442. maddeleri uyarınca tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, sağlığa zarar verdiği iddiası ile davalı şirkete ait baz istasyonunun kaldırılması talebine ilişkindir. Mahkemece dava kabul edilmiş; karar, Dairemizce onanmış; davalılardan T… İletişim Hizmetleri A.Ş. karar düzeltme istemiştir.
Baz istasyonları temel olarak, alıcı/verici antenler sayesinde elektro-manyetik dalgayı ( sinyali ) alma ve gönderme işlemi yapan cihazlardır. Baz istasyonları; konuşma trafiğinin az olduğu kırsal alanlarda 35 km’lik bir mesafe içinde hizmet verebilen ( macro ), konuşma trafiğinin daha yoğun olduğu şehir içlerinde 1-2 km’lik bir mesafe içinde hizmet verebilen ( mikro ) ve bina içleri ve alışveriş merkezleri gibi yerlere kurulan çıkış güçleri oldukça düşük olan ( piko ) çeşitlerinden oluşur.
Cep telefonlarının sağlıklı çalışabilmesi için; baz istasyonlarının bal peteği benzeri şeklinde bir yapıda ve her bir peteğin içinde de en az bir baz istasyonunun kurulu bulunması gereklidir. Her baz istasyonu belirli sayıda abone konuşturabilir. Bu nedenle insanların yoğun yaşadığı yerlerde konuşma trafiğinin bir kesintiye uğramaksızın karşılanabilmesi için daha çok sayıda baz istasyonunun kurulması gerekmektedir.
Baz istasyonunun şehir dışına çıkartılması halinde, hücresel yapı oluşturulamaması nedeni ile, sinyallerin abonenin cep telefonuna ulaşabilmesi için çok yüksek elektromanyetik dalgalar oluşturması gerekecektir. Aynı zamanda kullanıcı cep telefonu da baz istasyonuna sinyali yeteri seviyede ulaştırabilmek için daha fazla güç kullanacağından daha fazla insanın daha fazla elektromanyetik alana maruz kalması kaçınılmaz olacaktır.
Baz istasyonlarının insan sağlığına etkileri konusunda başta Dünya Sağlık Örgütü olmak üzere, Uluslararası İyonlaştırmayan Radyasyondan Koruma Komisyonu ( ICNIRP ), Elektrik Elektronik Mühendisleri Enstitüsü ( IEEE ),… vb birçok ulusal ve uluslararası kuruluş çalışmalar yapmakta ve bu çalışmaların neticesinde birtakım sınır değerler belirlenmiş bulunmaktadır.
Mevzuat gereğince baz istasyonlarının sağlığa ve çevreye zarar vermeyecek şekilde; nerede, nasıl, hangi ölçü ve limitler dahilinde kurulacağını belirlemek ve kurallarını koymak işlemleri, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Başkanlığı’nın ( BTK ) görev ve yetkisindedir.
Baz istasyonları, 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’nun 37. maddesine dayanılarak BTK tarafından bu konuyu düzenleyen Yönetmelik’teki yer, ölçü ve limit değerlere göre verilen güvenlik sertifikası gereğince kurulmaktadır. BTK tarafından yürürlüğe konulan yönetmelikte, Türkiye’de geçerli olacak sınır değerleri; İngiltere, Amerika, Kanada, ICNIRP ve Avrupa Birliği’nin kabul ettiği değerin yaklaşık 1/4’ü olarak belirlenmiştir.
Sağlığa zarar veriyor iddiası haricinde baz istasyonlarının sertifikada belirtilen limit değerlere ve güvenlik mesafesine uygun olarak kurulmadığı, başlangıçta uygun kurulsa dahi sonradan sertifikadaki limit değer ve güvenlik mesafelerine aykırı davranıldığı gerekçesi ile kaldırılmasına ilişkin talep ve itirazların mevzuat gereğince BTK’ya yapılması gerekmektedir. Bu kurumun uygulama ve verdiği kararın uygun bulunmaması halinde idari yargıda dava açılması gerekir. Keza davacı, baz istasyonunun limit değerlere ve güvenlik mesafelerine uygun olmasına rağmen zararlı olduğunu iddia ediyorsa, idari yargıda idareye karşı yönetmeliğin iptali davası açması gerekir.
Sağlığa zarar veriyor iddiası ile baz istasyonunun kaldırılması, MK’nın 737. maddesinde düzenlenen komşuluk hukukuna göre adli yargıda açılacak dava ile istenebilir. Bu davada davacının baz istasyonunun sağlığına zarar verdiğini ve baz istasyonunun yönetmelikte belirtilen limit değerlere uygun bulunmadığını ispatlaması gerekir. Kanıtlanmayan mücerret ( soyut ) “uzun vadede zarar verir, baz istasyonu yakın mesafede, görünce moralim bozuluyor,… vs gibi” nedenlerle dava açılması ve kabulü hukuka ve yasalara uygun değildir.
Bu şekilde adli yargıda açılan davalarda mahkemece, tarafların delil ve belgeleri toplandıktan sonra dava konusu baz istasyonunun yönetmelikte belirtilen limit değerlere ve güvenlik mesafesine uygun olup olmadığı, davacının sağlığına zarar verip vermediği konusunda uzman bilirkişiler marifetiyle keşif yapılarak, alınacak bilirkişi raporu ve tüm deliller birlikte değerlendirilip sonucuna göre karar verilmesi gerekir.
Dosya kapsamı ve yukarıda belirtilen ilke ve bilgiler gözönüne alındığında davaya konu baz istasyonunun limit değerlere ve güvenlik mesafesine uygun olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca baz istasyonunun soyut değerlendirmeler dışında davacının sağlığına zarar verdiği teknik, ilmi ve inandırıcı delillerle kanıtlanamamıştı. Şu durumda davanın reddine karar verilmesi gerekir. Bu yön gözetilmeden davanın kabul edilmiş olması bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : Karar düzeltme isteğinin kabulüne, Dairemizin 01.02.2011 gün ve 2010/14491 Esas, 2011/929 Karar sayılı onama ilamının kaldırılmasına ve kararın yukarıda yazılı olan nedenlerle ( BOZULMASINA ) ve karar düzeltme talep eden davalı T… İletişim Hizmetleri A.Ş.’den önceki onama kararımızla alınan harç ile peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine, 20.06.2011 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY :
Temyiz ilamında bildirilen gerektirici nedenler karşısında Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun değişik 440. maddesinde sayılan nedenlerden hiçbirine uygun olmayan karar düzeltme isteğinin reddi gerektiğini düşündüğümüzden sayın çoğunluğun kararına katılmıyoruz.
T.C.
YARGITAY
5. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/2017
K. 2011/9158
T. 30.5.2011
• İMAR UYGULAMASINDAN KAYNAKLANAN UYUŞMAZLIK ( İmar Öncesi Tahsis Olunan Arsa İle İmar Uygulamasından Sonra Tahsis Edilen Arsa Arasındaki Bedel Farkının Tahsili İstemi – Davanın İdari Yargıda Görülmesi Gereği )
• ECRİMİSİL İHBARNAMESİ ( İmar Uygulamasından Kaynaklanan Uyuşmazlık – Davacıya Ecrimisil İhbarnamesi Gönderilmesinin İntifadan Men Olarak Algılanamayacağı )
• İNTİFADAN MEN ( İmar Uygulamasından Kaynaklanan Uyuşmazlık – Davacıya Ecrimisil İhbarnamesi Gönderilmesinin İntifadan Men Olarak Algılanamayacağı )
• DEĞER FARKININ TAHSİLİ TALEBİ ( İmar Öncesi Tahsis Olunan Arsa İle İmar Uygulamasından Sonra Tahsis Edilen Arsa Arasındaki – Davanın İdari Yargıda Görülmesi Gerektiği )
• İDARENİN TAKDİR HAKKINA DAYALI İŞLEMLER ( İmar Öncesi Tahsis Olunan Arsa İle İmar Uygulamasından Sonra Tahsis Edilen Arsa Arasındaki Bedel Farkının Tahsili İstemi – Davanın İdari Yargıda Görüleceği )
3194/m. 18/9
ÖZET: Dava, imar uygulaması sırasında Hazine’ye ait taşınmaz üzerinde kalan yapı ve ağaç bedeli ile imar öncesi tahsis olunan arsa ile imar uygulamasından sonra tahsis edilen arsa arasındaki bedel farkının tahsili istemine ilişkindir. Davacıya ecrimisil ihbarnamesi gönderilmesi, intifadan men olarak yorumlanamaz. İmar öncesi hissedar olunan taşınmaz ile imar sonrası davacı adına tahsis edilen taşınmazlar arasında değer farkı oluştuğuna ilişkin davalar imar uygulamasını yapan idarenin takdir hakkına dayalı olması nedeniyle idari yargıda tam yargı davasına konu edilebilir. Davanın idari yargıda görülmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki imar uygulaması sırasında Hazine’ye ait taşınmaz üzerinde kalan yapı ve ağaç bedeli ile imar öncesi tahsis olunan arsa ile imar uygulamasından sonra tahsis edilen arsa arasındaki bedel farkının tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla, dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Dava, imar uygulaması sırasında Hazine’ye ait taşınmaz üzerinde kalan yapı ve ağaç bedeli ile imar öncesi tahsis olunan arsa ile imar uygulamasından sonra tahsis edilen arsa arasındaki bedel farkının tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, yapı ve ağaç bedelinin tahsiline karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
1- 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 18/9. maddesi uyarınca başka parsel üzerinde kalan yapıların bedelleri ilgili parsel sahiplerince yapı sahibine ödenmedikçe ve aralarında başka türlü anlaşma temin edilmedikçe veya şuyuun giderilmesi istenilmedikçe bu yapıların eski sahipleri tarafından kullanılmasına devam olunacağı hüküm altına alınırken, bir sonraki fıkrada, bu maddede belirtilen kamulaştırma hizmetine rastlayan yapılar belediye ve valilikçe kamulaştırılmadıkça yıktırılamayacağı belirtilmiştir.
Davacıya ait yapılara, davalı idarece müdahale edilmediği gibi binaların boşaltılması da istenmiş değildir.
Davacıya ecrimisil ihbarnamesi gönderilmesi, intifadan men olarak yorumlanamaz.
Bu durumda; fiilen el konulmayan yapı ve ağaçlar yönünden davanın reddine karar verilmesi gerekirken, kabul kararı verilmesi,
2- İmar öncesi hissedar olunan taşınmaz ile imar sonrası davacı adına tahsis edilen taşınmazlar arasında değer farkı oluştuğuna ilişkin davalar imar uygulamasını yapan idarenin takdir hakkına dayalı olması nedeniyle idari yargıda tam yargı davasına konu edilebilir.
Bu durumda; iddia edilen konuda idari yargının görevli olduğundan bahisle görevsizlik kararı verilmesi gerektiği halde, olumlu ya da olumsuz bir karar verilmemesi,
Doğru görülmemiştir.
SONUÇ : Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenlerle HUMK’nın 428. maddesi gereğince ( BOZULMASINA ), 30.05.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
5. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/2159
K. 2011/10209
T. 8.6.2011
• KAMULAŞTIRMA BEDELİNİN TESPİTİ VE TAŞINMAZIN YOL OLARAK TERKİNİ TALEBİ ( Emsal Karşılaştırılması Yapıldığı – Tespit Edilen Bedelin Bloke Ettirilerek Hükmün Kesinleşmesi Beklenmeden Davalı Tarafa Ödenmesinin Hukuka Uygun Olduğu )
• HÜKÜM KESİNLEŞMEDEN KAMULAŞTIRMA BEDELİNİN ÖDENMESİ ( Hukuka Uygun Olduğu – Kamulaştırma Bedelinin Tespiti Talebi )
2942/m. 10
ÖZET : Dava kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın yol olarak tapudan terkini istemine ilişkindir. Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesinde ve tespit edilen bedelin bloke ettirilerek hükmün kesinleşmesi beklenmeden davalı tarafa ödenmesine, dava konusu taşınmazın davalılar adına olan tapu kaydının iptali ile yol olarak terkinine karar verilmesi hukuka uygundur.
DAVA : Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanun’la değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın yol olarak tapudan terkini davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekilleri yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla, dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Dava, 4650 sayılı Kanun’la değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın yol olarak tapudan terkini istemine ilişkindir.
Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesinde ve tespit edilen bedelin bloke ettirilerek hükmün kesinleşmesi beklenmeden davalı tarafa ödenmesine, dava konusu taşınmazın davalılar adına olan tapu kaydının iptali ile yol olarak terkinine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.
SONUÇ : Taraf vekillerinin temyiz itirazları yerinde olmadığından usul ve yasaya uygun olan hükmün ( ONANMASINA ), davalılardan peşin alınan temyiz ve temyize başvurma harçlarının Hazine’ye irad kaydedilmesine, davacı idare harçtan bağışık olduğundan harç alınmamasına, 08.06.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
6. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/828
K. 2011/7379
T. 4.7.2011
• ÇEYİZ VE ZİYNET EŞYALARININ İADESİ TALEBİ ( Davacı Kadının Çeyiz ve Ziynet Eşyalarının Götürülmesine Engel Olunduğunu İspat Edemediği – Davalı Eşyaların Bir Kısmını İade Etmeyi Kabul Ettiğinden İadeye Karar Verileceği/Diğer Eşyalar Yönünden Davacıya Yemin Hakkının Hatırlatılacağı )
• İSPAT YÜKÜ ( Çeyiz ve Ziynet Eşyalarının İadesi Talebi/Davacı Kadının Çeyiz ve Ziynet Eşyalarının Götürülmesine Engel Olunduğunu İspat Edemediği – Davalı Eşyaların Bir Kısmını İade Etmeyi Kabul Ettiğinden Bu Eşyaların İadesine Karar Verileceği )
• YEMİN TEKLİF ETME HAKKI ( Çeyiz ve Ziynet Eşyalarının İadesi Talebi/Davacı Kadının Çeyiz ve Ziynet Eşyalarının Götürülmesine Engel Olunduğunu İspat Edemediği – Davalı Eşyaların Bir Kısmını İade Etmeyi Kabul Ettiğinden İadesine Karar Verileceği/Kalan Eşyalar İçin Yemin Hakkının Hatırlatılacağı )
4721/m. 6, 220
1086/m.337
ÖZET : Dava, çeyiz ve ziynet eşyalarının aynen iadesi, olmadığı takdirde tahsili istemine ilişkindir. Davacı kadın evi son terk ettiği tarih itibariyle dava konusu çeyiz ve ziynet eşyalarının götürülmesine engel olunduğunu ve zorla elinden alındığını, daha önce götürme fırsatı elde edemediğini dinlettiği tanık beyanı ile ispat edememiştir. Bununla birlikte davalı bir kısım çeyiz eşyalarının kendisinde kaldığını ve davacıya iade etmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Bu durumda davalı tarafça evde kaldığı kabul edilen ekli liste ile bildirilen bir kısım çeyiz eşyaları yönünden davacının talebi gibi bir karar verilmesi gerekir. Diğer çeyiz eşyaları ile ziynetler yönünden ise dava dilekçesinde yemin deliline de dayanılmış olduğundan, varlığına ve miktarına karşı çıkılan çeyiz ve ziynet eşyalarının elinden alındığı, götürülmesine engel olunduğu, davalı tarafta kaldığı konusunda davacıya yemin teklif etme hakkı hatırlatılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir.
DAVA : Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan alacak davasına dair karar davacı tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla dosyadaki bütün kağıtlar okunup, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Dava, çeyiz ve ziynet eşyalarının aynen iadesi, olmadığı takdirde 17.835 TL bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece, çeyiz ve ziynet eşyalarının tarafların müşterek mülkiyetinde olduğunun tespitine, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı vekili, evlilik akdi sırasında çeyiz listesinde yazılı 61 adet çeşitli ziynet ve çeyiz eşyalarının davalıya teslim edilmesine rağmen davacıya iade edilmediğini belirterek çeyiz ve ziynetlerin mümkünse aynen, değilse bedelinin tahsilini istemiştir. Davalı savunmasında, davacının iddia ettiği eşyalardan bir kısmını müşterek konuttan alarak birlikte yaşamaya başladığı kişinin evine götürdüğünü, buna ilişkin boşanma dosyasında deliller olduğunu, eşyaların bir kısmının depoda durduğunu ve davacıya teslim etmeye hazır olduğunu bildirerek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece çeyiz senedindeki eşyaların taraflara ortak olarak bağışlandığını, bu nedenle çeyiz senedinde belirtilen eşyaların tarafların müşterek mülkiyetinde olduğunun tespitine karar verilmiştir.
Kural olarak, evlilik sırasında kadına takılan ziynet eşyaları kim tarafından alınmış olursa olsun kadına bağışlanmış sayılır. Dava konusu kadına ait altınlar koca tarafından bozdurulup değişik amaçlarla kullanılmış olabilir. Çeşitli sebeplerle ( evin ihtiyaçları, düğün borçları, balayı vs. ) koca tarafından bozdurulan bu altınların karşılığının hibe edilmediği müddetçe kadına iadesi zorunludur. Ziynet eşyalarının iade edilmemek üzere kocaya verildiğinin, kadının isteği ve onayı ile ziynet eşyalarının bozdurulup ev ihtiyaçları için harcandığının davalı yanca kanıtlanması halinde koca ziynet eşyalarını iadeden kurtulur.
Türk Medeni Kanunu’nun 6. maddesi hükmü uyarınca kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça taraflardan her biri hakkını dayandırdığı olguların varlığını kanıtlamakla yükümlüdür. Gerek doktrinde, gerek Yargıtay içtihatlarında kabul edildiği üzere ispat yükü hayatın olağan akışına aykırı durumu iddia eden ya da savunmada bulunan kimseye düşer. Öte yandan ileri sürdüğü bir olaydan kendi yararına haklar çıkarmak isteyen kimse iddia ettiği olayı kanıtlaması gerekir.
Davacı kadın dava konusu edilen çeyiz ve ziynet eşyalarının davalıda kaldığını ileri sürmüş, davalı koca ise ziynetlerin ve bir kısım çeyiz eşyalarının davacı tarafından götürüldüğünü ve bir kısım çeyiz eşyalarının müşterek konutta kaldığını ve iade etmeye hazır olduğunu savunmuştur. Hayat deneylerine göre olağan olanın ziynet eşyalarının kadının üzerinde olması ya da evde saklanması, muhafaza edilmesidir. Başka bir anlatımla bunların davalı tarafın zilyetlik ve korumasına terk edilmesi olağan durumla bağdaşmaz.
Diğer taraftan ziynet eşyası rahatlıkla saklanabilen, taşınabilen, götürülebilen türden eşyalardandır. Bu nedenle evden ayrılmayı tasarlayan kadının bunları önceden götürmesi, gizlemesi her zaman mümkün olduğu gibi evden ayrılırken üzerinde götürmesi de mümkündür. Bunun sonucu olarak normal koşullarda ziynet eşyalarının kadının üzerinde olduğunun kabulü gerekir.
Davacı, dava konusu ziynet eşyasının varlığını, evi terk ederken bunların zorla elinden alındığını ve götürülmesine engel olunduğunu, evde kaldığını, ispat yükü altındadır.
Olayımızda; davacı kadın evi son terk ettiği tarih itibariyle dava konusu çeyiz ve ziynet eşyalarının götürülmesine engel olunduğunu ve zorla elinden alındığını, daha önce götürme fırsatı elde edemediğini dinlettiği tanık beyanı ile ispat edememiştir. Bununla birlikte davalı bir kısım çeyiz eşyalarının kendisinde kaldığını ve davacıya iade etmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Bu durumda davalı tarafça evde kaldığı kabul edilen ekli liste ile bildirilen bir kısım çeyiz eşyaları yönünden davacının talebi gibi bir karar verilmesi gerektiği halde ve diğer çeyiz eşyaları ile ziynetler yönünden ise dava dilekçesinde yemin deliline de dayanılmış olduğundan, varlığına ve miktarına karşı çıkılan çeyiz ve ziynet eşyalarının elinden alındığı, götürülmesine engel olunduğu, davalı tarafta kaldığı konusunda davacıya yemin teklif etme hakkı hatırlatılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, değerlendirmede yanılgıya düşülerek eksik inceleme ile yazılı şekilde çeyiz senedinde belirtilen eşyaların tarafların mülkiyetinde olduğunun tespitine şeklinde karar verilmiş olması doğru değildir.
Hüküm bu nedenlerle bozulmalıdır.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile HUMK’nın 428. maddesi uyarınca hükmün ( BOZULMASINA ), istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 04.07.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
6. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/1533
K. 2011/8238
T. 18.7.2011
• İTİRAZIN KALDIRILMASI VE TAHLİYE TALEBİ ( Kira Sözleşmesinde Kefilin Gerek Sorumlu Olacağı Süre Gerekse Azami Miktarın Gösterilmediği – Kefilin Sözleşmenin Düzenlendiği Tarihten İtibaren 1 Yıl Süreyle Sınırlı Sorumlu Olacağı )
• KEFİLİN SORUMLULUĞU ( İtirazın Kaldırılması ve Tahliye Talebi – Kira Sözleşmesinde Kefilin Gerek Sorumlu Olacağı Süre Gerekse Azami Miktarın Gösterilmediği/Kefilin Sözleşmenin Düzenlendiği Tarihten İtibaren 1 Yıl Süreyle Sorumlu Tutulacağı )
• KİRA SÖZLEŞMESİNDE KEFİLİN SORUMLULUĞU ( Kira Sözleşmesinde Kefilin Gerek Sorumlu Olacağı Süre Gerekse Azami Miktarın Gösterilmediği – Kefilin Sözleşmenin Düzenlendiği Tarihten İtibaren 1 Yıl Süreyle Sınırlı Sorumlu Olacağı )
818/m. 484
6570/m. 11
ÖZET : Davacı alacaklı tarafından davalı kiracı borçlu ve müteselsil kefil hakkında kira alacağının tahsili amacıyla tahliye istekli olarak başlatılan icra takibine vaki itiraz üzerine davacı icra mahkemesinden itirazın kaldırılması ve tahliye isteminde bulunmuştur.
Taraflar arasındaki kira sözleşmesinde kefilin gerek sorumlu olacağı süre, gerekse azami miktar gösterilmemiş olduğu için kefilin sorumluluğu sözleşmenin düzenlendiği tarihten itibaren bir yıl süreyle sınırlıdır. Davacının başlatmış olduğu icra takibi ile kefilin sorumlu olduğu bu dönemden sonra gelen tarihler arasında kira bedeli, sorumluluk süresi içinde bulunmadığından kefil hakkında bu kira alacağına hükmedilmesi hukuka aykırıdır.
DAVA : İcra mahkemesince verilmiş bulunan karar davalılar tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla dosyadaki bütün kağıtlar okunup, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Davacı alacaklı tarafından davalı kiracı borçlu ve müteselsil kefil hakkında kira alacağının tahsili amacıyla tahliye istekli olarak başlatılan icra takibine vaki itiraz üzerine davacı icra mahkemesinden itirazın kaldırılması ve tahliye isteminde bulunmuştur. Mahkemece davalıların itirazının kısmen kaldırılmasına ve davalı kiracının tahliyesine karar verilmesi üzerine karar, davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
1- Dosya kapsamına, toplanan delillere ve kararın dayandığı gerekçeye göre davalı kiracı L… Dış Tic. ve Metal San. Ltd. Şti.’nin temyiz itirazları yerinde değildir.
2- Davalı müteselsil kefilin alacağa ilişkin temyiz itirazlarına gelince;
Davacı tarafından 11.06.2010 tarihinde borçlular kiracı ve kefil hakkında başlatılan icra takibinde 01.05.2002 başlangıç tarihli ve bir yıl süreli kira sözleşmesine dayanılarak 01.05.2010-01.05.2011 tarihleri arası 31.200,00 TL kira alacağı ve tahliye istenmiştir. Kira sözleşmesinin özel koşullar bölümünün 7. maddesinde taraflar arasında kira ilişkisi bulunduğu sürece kefilin sorumluluğunun devam edeceği 1 yıl ile sınırlı olmadığına ilişkin hüküm yer almaktadır.
Her ne kadar sözleşmede özel koşullar bölümünün 7. maddesinde kefilin sorumluluğunun kiracı kiralayan ilişkisi devam ettiği müddetçe devam edeceği ve bir yıl ile sınırlı olmadığı kararlaştırılmış ise de, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 22.03.2006 gün ve 2006/6-78 Esas, 2006/88 Karar sayılı kararında da kabul edildiği gibi BK’nın 484. maddesi hükmü gereğince, yazılı şekilde düzenlenmiş, süresi ve ödenecek kira paralarının miktarı açıkça gösterilmiş bir kira sözleşmesini kiracının kefili sıfatıyla imzalayan kişi; sözleşmede gösterilen kira süresi boyunca, kiracının ödemekle yükümlü olduğu kira paralarından, kefil sıfatıyla kiralayana karşı sorumludur. Zira, böylesi bir durumda, kefilin sorumluluğu süre ve miktar itibariyle belirlidir. Kira süresinin, 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkındaki Kanun’un 11. maddesi gereğince uzadığı hallerde, uzayan kira süresi bakımından kefilin sorumluluğunun devam edebilmesi için; öncelikle bu hususun ( kefilin sorumluluğunun uzayan dönem için de devam edeceğinin ) sözleşmede açıkça kararlaştırılmış olması gerekir. Bunun yanında, kefilin uzayan dönemdeki sorumluluğunun azami hangi süreyle ve hangi miktarla sınırlı olacağının açıkça gösterilmiş olması da şarttır. Ne kadar uzayacağı belirsiz bir kira süresine ilişkin olan ve kefili sınırsız bir sorumluluk altına sokan sözleşme hükümleri geçerli değildir.
Bu nedenle taraflar arasındaki kira sözleşmesinde kefilin gerek sorumlu olacağı süre, gerekse azami miktar gösterilmemiş olduğu için kefilin sorumluluğu sözleşmenin düzenlendiği tarih olan 01.05.2002 tarihinden itibaren bir yıl süreyle sınırlıdır. Davacının başlatmış olduğu icra takibi ile kefilin sorumlu olduğu bu dönemden sonra gelen 01.05.2010-01.05.2011 tarihleri arası kira bedeli, sorumluluk süresi içinde bulunmadığından kefil hakkında bu kira alacağına hükmedilmesi doğru değildir. Bu durumda mahkemece, kefil yönünden davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmadığından kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda 1 nolu bentte yazılı nedenlerle davalı kiracının temyiz itirazlarının reddi ile kararın tahliye ve alacak yönünden davalı kiracıya ilişkin kısmının ( ONANMASINA ), 2 nolu bentte yazılı nedenlerle davalı kefilin alacağa yönelik temyiz itirazının kabulü ile kararın kefil yönünden ( BOZULMASINA ) ve onanan kısım için temyiz harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 18.07.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
7. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/383
K. 2010/6582
T. 11.11.2010
• HAZİNE ADINA KAYITLI TAŞINMAZ MALLARDA İKTİSAP ( Taşınmazın Mera Tahsis Haritasının Kapsamında Kalıp Kalmadığı Duraksamaya Meydan Vermeyecek Şekilde Belirlenmesi Gerektiği )
• MERA TAHSİS HARİTASI KAPSAMI ( Dışında Kaldığı Belirlendiği Takdirde Taşınmazların Öncesinin Kaçak ve Yitik Kişilerden İntikal Edip Etmediği Etraflıca Sorulup Maddi Olaylara Dayalı Olarak Açıklattırılması Gerektiği )
• KAZANDIRICI ZAMAN AŞIMI ZİLYETLİĞİ ( Hazine Adına Kayıtlı Taşınmaz Mallarda İktisap – Taşınmazın Mera Tahsis Haritasının Kapsamında Kalıp Kalmadığı Duraksamaya Meydan Vermeyecek Şekilde Belirlenmesi Gerektiği )
• ZİLYETLİK ARAŞTIRMASI ( Yapılarak Taşınmazların 2863 S. Yasaya Göre Tarihi veya Doğal ya da 3. Derece Arkeolojik Sit Alanında Kaldığının ve İçerisinde Korunması Gerekli “Tabiat ve Kültür Varlığı” Bulunmadığının Belirlenmesi Halinde Zilyetlikle Kazanılabileceğinin Düşünülmesi Gerektiği )
3402/m.13,14,46
2863/m.3
ÖZET : Davacı hazine tapu kayıtlarına dayanarak dava açmış, ayrıca taşınmazların kanunları uyarınca devlete kalan yerlerden olduğunu, edinme koşullarının gerçekleşmediğini de öne sürmüştür. Dava konusu taşınmazın mera tahsis haritasının kapsamında kalıp kalmadığı duraksamaya meydan vermeyecek şekilde belirlenmeli, mera tahsis haritası kapsamı dışında kaldığı belirlendiği takdirde taşınmazların öncesinin kaçak ve yitik kişilerden intikal edip etmediği etraflıca sorulup maddi olaylara dayalı olarak açıklattırılmalı, yerel bilirkişi ve tanık sözleri ile tespit tutanağı bilirkişilerinin beyanları çeliştiği takdirde tespit tutanağı bilirkişileri taşınmaz başında ayrı ayrı dinlenerek yerel bilirkişi ve tanıkların anlatımları ile tespit tutanağı bilirkişilerinin beyanları arasındaki çelişki duraksamasız giderilmelidir. Uzman bilirkişi fen memurundan keşfi izlemeye, bilirkişi sözlerini denetlemeye, uzman ziraatçi bilirkişiden ise mahkemenin keşif tutanağına geçen gözlemini yansıtmaya elverişli ayrıntılı, gerekçeli rapor alınmalı, dava konusu taşınmazların davacı hazinenin tutunduğu tapu kayıtları kapsamında kalıp kalmadığı belirlenmelidir.
3402 Sayılı Yasanın 13, 14 ve 46. maddelerindeki hükümler uyarınca zilyetlik araştırması yapılmalı, taşınmazların 2863 sayılı Yasaya göre tarihi veya doğal ya da 3. derece arkeolojik sit alanında kaldığının ve içerisinde korunması gerekli “Tabiat ve Kültür Varlığı” bulunmadığının belirlenmesi halinde zilyetlikle kazanılabileceği düşünülmelidir.
DAVA : Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davacı hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dosya incelendi, gereği görüşüldü:
KARAR : Kadastro sırasında dava konusu 116 ada 1, 115 ada 4 ve 102 ada 18 parsel sayılı sırası ile 76,80 m², 3609,77 m² ve 5443,59 m² yüzölçümündeki taşınmazlar, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak davalı M. M.S. adına tespit edilmiştir. Davacı hazine tapu kayıtlarına dayanarak dava açmış, ayrıca taşınmazların kanunları uyarınca devlete kalan yerlerden olduğunu, edinme koşullarının gerçekleşmediğini de öne sürmüştür. Mahkemece dava dosyaları birleştirilerek yapılan yargılama sonucunda davanın reddine, dava konusu taşınmazların tespit gibi tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, davacı hazinenin tutunduğu Aralık 1962 tarih 254, 255, 281 ve 284 sayılı tapu kayıtlarının dava konusu taşınmazları kapsamadığı, taşınmazların, kanunları uyarınca devlete kalan yerlerden de olmadığı, davalı M. M.S. yararına 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. maddesinde öngörülen zilyetlikle taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği kabul edilmek suretiyle hüküm kurulmuş ise de; mahkemece yapılan araştırma, inceleme ve uygulama hüküm vermeye yeterli bulunmamaktadır.
Davacı hazinenin tutunduğu 4753 ve 5618 sayılı Yasalara göre oluşan Aralık 1962 tarih 254, 255, 281 ve 284 sayılı tapu kayıtları ilk tesislerinden itibaren tüm tedavülleri varsa haritası, Toprak Komisyonunun belirtmelik tutanakları ve haritaları getirtilmemiş, dava konusu taşınmazların tüm komşularına ait tutanak örnekleri ve dayanağını oluşturan belgeler getirtilerek yöntemine uygun olarak mahalline uygulanıp kapsamları belirlenmemiştir. Dava konusu 115 ada 4 parsel sayılı sayılı taşınmazın kuzey sınırında bulunan komşu 115 ada 3 parsel sayılı taşınmazın harabe kilise olarak tespit edilmesine rağmen dava konusu 115 ada 4 parsel sayılı taşınmazın sit alanında kalıp kalmadığı, taşınmaz üzerinde korunması gerekli kültür varlığı olup olmadığı konusunda araştırma yapılmamış, dava konusu 102 ada 18 parsel sayılı taşınmazın sınırında komşu 102 ada 3 parsel sayılı eylemli mera bulunduğu, davacı hazinenin tutunduğu tapu kaydı da sınırında mera okuduğu halde mahkemece yöntemine uygun mera araştırması da yapılmamıştır. Böylesine eksik araştırma ve inceleme ile karar verilemez.
O halde davada sağlıklı bir sonuca ulaşılabilmesi için öncelikle davacı hazinenin tutunduğu 4753 ve 5618 sayılı Yasalara göre oluşan Aralık 1962 tarih 254, 255, 281 ve 284 sayılı tapu kayıtları ilk tesislerinden itibaren tüm tedavülleri ve dayanağını oluşturan belirtmelik tutanakları, belirtmelik haritaları ve eki olan tüm belgeler ile dava konusu taşınmazlara komşu taşınmazların, özellikle 102 ada 18 parsel sayılı taşınmaza komşu aynı ada 19 parsel sayılı taşınmazın tespit tutanaklarının onaylı örnekleri ile dayanağı belgeler getirtilmeli, dava konusu 115 ada 4 parsel sayılı taşınmazın kuzey sınırında bulunan 115 ada 3 parsel sayılı taşınmazın harabe kilise olarak tespit edilmesi nedeniyle Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan dava konusu 115 ada 4 parsel sayılı taşınmazın sit alanında kalıp kalmadığı, korunması gerekli kültür varlığı olup olmadığı sorularak ilgili kayıt ve belgeler getirtilmeli, dava konusu taşınmazların bulunduğu bölgede yetkili idari merciler tarafından 4342 sayılı Yasa uyarınca mera tahsisi yapılıp yapılmadığı Mülki Amirlikten sorulup saptanmalı, yapılmış ve bu yönetimsel işlemler kesinleşmiş ise mera tahsis haritası ve eki belgeler yerinden getirtilmeli, bundan sonra yöreyi iyi bilen elverdiğince yaşlı, yansız, dava konusu taşınmazın bulunduğu köye komşu köyler halkından seçilecek yerel bilirkişi, taraf tanıkları, uzman bilirkişi fen memuru ve uzman ziraatçi bilirkişi, belirtmelik tutanak bilirkişileri ve tespit tutanağı bilirkişilerinin tümü hazır olduğu halde dava konusu taşınmazlar başında yeniden keşif yapılmalı, keşifte yerel bilirkişiler yardımı uzman bilirkişi eliyle davacı hazinenin tutunduğu Aralık 1962 tarih 254, 255, 281 ve 284 sayılı tapu kayıtları ile varsa Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan getirtilecek sit alanına ilişkin haritalar 3402 sayılı Kadastro Kanununun 20. maddesi hükmüne uygun olarak mahalline uygulanmalı, tapu kaydı kapsamı belirlenirken söz konusu kayıtların varsa revizyon gördüğü parseller nazara alınmalı, bölgede mera tahsisi yapılmış ise mera tahsis haritasının ölçeği ile kadastro paftasının ölçeği eşitlendikten sonra yerel bilirkişi yardımı, uzman bilirkişi fen memuru eliyle yerine her iki harita çakıştırılmak suretiyle uygulanmalı, uygulamada haritalarda tarif edilen belli poligon ve röper noktalar ile arz üzerindeki doğal ya da yapay sınır yerlerinden yararlanılmalıdır. Bu yolla dava konusu taşınmazın mera tahsis haritasının kapsamında kalıp kalmadığı duraksamaya meydan vermeyecek şekilde belirlenmeli, mera tahsis haritası kapsamı dışında kaldığı belirlendiği takdirde taşınmazların öncesinin kaçak ve yitik kişilerden intikal edip etmediği etraflıca sorulup maddi olaylara dayalı olarak açıklattırılmalı, yerel bilirkişi ve tanık sözleri ile tespit tutanağı bilirkişilerinin beyanları çeliştiği takdirde tespit tutanağı bilirkişileri taşınmaz başında ayrı ayrı dinlenerek yerel bilirkişi ve tanıkların anlatımları ile tespit tutanağı bilirkişilerinin beyanları arasındaki çelişki duraksamasız giderilmelidir. Uzman bilirkişi fen memurundan keşfi izlemeye, bilirkişi sözlerini denetlemeye, uzman ziraatçi bilirkişiden ise mahkemenin keşif tutanağına geçen gözlemini yansıtmaya elverişli ayrıntılı, gerekçeli rapor alınmalı, dava konusu taşınmazların davacı hazinenin tutunduğu tapu kayıtları kapsamında kalıp kalmadığı belirlenmeli, kalsa bile taşınmazın öncesinin mera olmadığı, kaçak yitik kişilerden kalmadığı ve üzerinde korunması gerekli kültür ve tabiat varlığı bulunmadığı, 1. ve 2. derece arkeolojik sit alanında kalmadığı saptandığı takdirde, 3402 Sayılı Yasanın 13, 14 ve 46. maddelerindeki hükümler uyarınca zilyetlik araştırması yapılmalı, taşınmazların 2863 sayılı Yasaya göre tarihi veya doğal ya da 3. derece arkeolojik sit alanında kaldığının ve içerisinde korunması gerekli “Tabiat ve Kültür Varlığı” bulunmadığının belirlenmesi halinde zilyetlikle kazanılabileceği düşünülmeli, bundan sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir hüküm kurulmalıdır.
SONUÇ : Mahkemece bu olgular gözardı edilerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davacı hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 11.11.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
7. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/340
K. 2010/6706
T. 26.11.2010
• KAZANDIRICI ZAMANAŞIMI ZİLYETLİĞİ SEBEBİNE DAYALI TESCİL İSTEMİ ( Değerlendirilirken Paylaşmada Her Bir Mirasçıya Eşit Yüzölçümde ve Eşit Verimlilikte Taşınmaz ya da Ekonomik Yönden Aynı Parasal Değerde Menkul Mal İsabet Etmesinin Paylaşmanın Koşulu Olmadığı )
• BİLİRKİŞİ ( Kazandırıcı Zamanaşımı Zilyetliği Sebebine Dayalı Tescil İstemi – Bir ya da Bir Bölüm Mirasçıya Miras Payına Karşılık Menkul Mal Verilmiş İse Niteliği ve Adedi Belirlenmeli Uzman Bilirkişiden Keşfi İzlemeye Bilirkişi Sözlerini Denetlemeye İmkan Verecek Şekilde Ayrıntılı Gerekçeli Rapor Alınması Gerektiği )
• TESPİT TUTANAKLARI ( İçeriğinde Paylaşma Olgusuna Yer Verilip Verilmediği Yönü Üzerinde Durulmalı ve Paylaşmada Her Bir Mirasçıya Eşit Yüzölçümde ve Eşit Verimlilikte Taşınmaz ya da Ekonomik Yönden Aynı Parasal Değerde Menkul Mal İsabet Etmesinin Paylaşmanın Koşulu Olmadığının Göz Önünde Tutulması Gerektiği – Tescil İstemi )
3402/m.14
ÖZET : Dava, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği sebebine dayalı tescil istemidir. Davalar arasında, fiili ve hukuki irtibatın varlığı, davalardan biri hakkında verilecek hükmün, aynı nitelikteki diğer davanın sonucunu etkileyeceği göz önüne alınarak dava dosyalarının, birleştirileceği düşünülmeli, sonuçlanan ve kesin hükme bağlanan davalar varsa, deliller değerlendirilirken, sözü edilen taşınmazlarla ilgili olarak yerel mahkemesinden verilen ve kesinleşen hükümler de göz önüne alınmalı, özellikle sözü edilen taşınmaz ya da taşınmazların tespit tutanakları içeriğinde paylaşma olgusuna yer verilip verilmediği yönü üzerinde durulmalı, uyuşmazlığın niteliğine göre deliller değerlendirilirken paylaşmada her bir mirasçıya eşit yüzölçümde ve eşit verimlilikte taşınmaz ya da ekonomik yönden aynı parasal değerde menkul mal isabet etmesinin paylaşmanın koşulu olmadığı göz önünde tutulmalı, bir ya da bir bölüm mirasçıya miras payına karşılık menkul mal verilmiş ise niteliği ve adedi belirlenmeli, uzman bilirkişiden keşfi izlemeye bilirkişi sözlerini denetlemeye imkan verecek şekilde ayrıntılı gerekçeli rapor alınmalı, bundan sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller bu çerçevede değerlendirilerek bir karar verilmelidir.
DAVA : Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davalı N. Ş.ve S. Ş. tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dosya incelendi, gereği görüşüldü:
KARAR : Kadastro sırasında dava ve temyize konu 125 ada 1 parsel sayılı 882,82 m² yüzölçümündeki taşınmaz miras yolu ile gelen hakka, paylaşmaya ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak 1/2’şer pay ile M. Ş. ve S. Ş. adına tespit edilmiştir. Davacı M. Ş., miras yolu ile gelen hakka ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava ve temyize konu taşınmazın bir bölümünün miras bırakanı M. Ş. mirasçıları adına tapuya tescili istemiyle dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, dava ve temyize konu taşınmazın uzman bilirkişi S. Ç. tarafından düzenlenen 8.6.2009 havale tarihli rapor ve haritasında ( A ) harfi ile işaretli 604,60 m² yüzölçümündeki bölümün davacı M.Ş.’ün miras bırakanı M. Ş. mirasçıları adına miras payları oranında, geriye kalan bölümün ise tespit gibi tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, S. Ş. mirasçıları davalı N. Ş. ve Selahattin Ş. tarafından temyiz edilmiştir.
Davalı N. Ş. ve Selahattin Ş.’ün temyizi dava ve temyize konu 125 ada 1 parsel sayılı taşınmazın uzman fen bilirkişi S. Ç. tarafından düzenlenen 8.6.2009 havale tarihli rapor ve haritasında ( A ) harfi ile işaretli bölüm ile ilgili hükme yöneliktir.
Mahkemece dava ve temyize konu 125 ada 1 parsel sayılı taşınmazın uzman fen bilirkişi S. Ç. tarafından düzenlenen rapor ve haritada ( A ) harfi ile işaretli bölüm üzerinde davacı M.Ş. miras bırakanı M. Ş. mirasçıları yararına 3402 Sayılı Kadastro Kanununun 14. maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de, yapılan araştırma, uygulama hüküm vermeye yeterli değildir.
Davacı taraf dava ve temyize konu bölümün M. Ş.’ten, davalı taraf ise dava ve temyize konu bölümün ortak miras bırakan Ş. Ş.’ten kaldığını öne sürmüştür.
O halde uyuşmazlık, dava ve temyize konu bölümün tarafların ortak miras bırakanı Ş. Ş.’ten mi, yoksa davacı M.Ş.’ün miras bırakanı M. Ş.’ten mi kaldığı, ortak miras bırakan Ş. Ş.’ten kalmış ise ölüm gününden sonra mirasçıları arasında yöntemine uygun şekilde bir paylaşmanın yapılıp yapılmadığı, yapılmış ise kime düştüğü, M. Ş.’ten kalmış ise M. Ş.’e nasıl intikal ettiği yönünde toplanmıştır. Mahkemece bu yönde yeterli araştırma, inceleme ve değerlendirme yapılmamıştır. Eksik araştırma ve inceleme ile karar verilemez.
Kural olarak ortak miras bırakanın ölüm gününden sonra, mirasçıları arasında yöntemine uygun bir paylaşmanın varlığından söz edilebilmesi için, ortak miras bırakanın ölüm gününden sonra, tüm mirasçılarının bir araya gelerek terekeyi kendi aralarında pay etmeleri, her bir mirasçının kendi payına düşen aldıktan sonra, terekedeki diğer miras haklarından vazgeçmesi koşuluna bağlıdır.
Sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için tarafların ortak miras bırakan Ş. Ş.’ün terekesine dahil dava dışı başka taşınmaz mallar bulunup bulunmadığı araştırılmalı, varsa sözü edilen taşınmazların kadastro tespit tutanakları ve dayanakları belgeler, davalı iseler dava dosyaları da getirtilmeli, bundan başka ortak miras bırakanın terekesine dahil menkul mallar varsa menkul malların niteliği, adedi ve değerleri belirlenmeli, daha sonra yöreyi iyi bilen, elverdiğince yaşlı, yansız, yerel ve uzman bilirkişi tarafların aynı yöntemle gösterecekleri tanıklar ile tespit tutanağı bilirkişilerinin tümü hazır olduğu halde, taşınmaz başında yeniden keşif yapılmalı, dava ve temyize konu bölümün öncesinin kime ait olduğu, kimden kime kaldığı, yerel bilirkişi, taraf tanıkları ve tutanak bilirkişilerden olaylara dayalı bilgi alınmalı, dava ve temyize konu bölümün tarafların ortak miras bırakanı Ş. Ş.’ten kaldığının anlaşılması halinde ise mirasçıları arasında az yukarıda açıklanan hukuksal olgulara göre yöntemine uygun bir paylaşma yapılıp yapılmadığı, yapılmış ise dava konusu taşınmazın hangi mirasçı ya da mirasçıların miras payına isabet ettiği yolunda yerel bilirkişi ve tanıklardan olaylara dayalı bilgi alınmalı, diğer mirasçı yada mirasçıların, miras payına karşılık kendilerine terekeden ne verildiği duraksamasız belirlenmeli, bu konularda da yerel bilirkişi ve tanıklardan ayrıntılı bilgi alınmalı, tespit tutanağı bilirkişilerinin anlatımları ile tutanak bilirkişilerinin beyanları çeliştiği takdirde tutanak bilirkişilerinin tümü taşınmaz başında ayrı ayrı dinlenerek çelişki giderilmeli, mirasçılar arasında, aynı nitelikte kadastro mahkemesinde görülmekte olan dava ya da davalar varsa, usulün 45 ve onu izleyen maddeleri hükmü uyarınca davalar arasında, fiili ve hukuki irtibatın varlığı, davalardan biri hakkında verilecek hükmün, aynı nitelikteki diğer davanın sonucunu etkileyeceği göz önüne alınarak dava dosyalarının, birleştirileceği düşünülmeli, sonuçlanan ve kesin hükme bağlanan davalar varsa, deliller değerlendirilirken, sözü edilen taşınmazlarla ilgili olarak yerel mahkemesinden verilen ve kesinleşen hükümler de göz önüne alınmalı, özellikle sözü edilen taşınmaz ya da taşınmazların tespit tutanakları içeriğinde paylaşma olgusuna yer verilip verilmediği yönü üzerinde durulmalı, uyuşmazlığın niteliğine göre deliller değerlendirilirken paylaşmada her bir mirasçıya eşit yüzölçümde ve eşit verimlilikte taşınmaz ya da ekonomik yönden aynı parasal değerde menkul mal isabet etmesinin paylaşmanın koşulu olmadığı göz önünde tutulmalı, bir ya da bir bölüm mirasçıya miras payına karşılık menkul mal verilmiş ise niteliği ve adedi belirlenmeli, uzman bilirkişiden keşfi izlemeye bilirkişi sözlerini denetlemeye imkan verecek şekilde ayrıntılı gerekçeli rapor alınmalı, bundan sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller bu çerçevede değerlendirilerek sonucuna uygun bir karar verilmelidir.
SONUÇ : Mahkemece bu olgular gözardı edilerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davalı N. Ş. ve S. Ş.’ün temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan 82,80 TL harcın istek halinde davalı N. Ş., 82,80 TL harcın ise davalı S. Ş.’e iadesine, 26.11.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/1293
K. 2011/1521
T. 11.3.2011
• İTİRAZIN İPTALİ DAVASI ( Davacının Ölen Miras Bırakanın Eşi Olduğu/Davacının Davaya Konu Pay Üzerinde Miras Hakkı Bulunduğu – Terekeye Ait Borcun Sağ Eşe Ödeneceği/Davacının Miras Hakkı Gözardı Edilerek Sadece Davacı Sağ Eşin Katılma Alacağı Esas Alınarak Karar Verilemeyeceği )
• SAĞ KALAN EŞİN MİRAS PAYI ( İtirazın İptali Davası/Davacının Ölen Miras Bırakanın Eşi Olduğu – Davacının Davaya Konu Pay Üzerinde Miras Hakkı Bulunduğu/Terekeye Ait Borcun Sağ Eşe Ödeneceği )
• KATILMA ALACAĞI ( İtirazın İptali Davası/Davacının Ölen Miras Bırakanın Eşi Olduğu – Davacının Miras Hakkı Gözardı Edilerek Sadece Davacı Sağ Eşin Katılma Alacağı Esas Alınarak Karar Verilemeyeceği )
1086/m.76
4721/m. 202, 225, 499
ÖZET : İtirazın iptali davasında; miras bırakanın mirasçıları davacı ve davalıdır. Sağ eş olan davacının ölen eş üzerinde kalan söz konusu pay üzerinde de miras hakkı bulunmaktadır. Davalı vekilinin tüm, davacı vekilinin ise aşağıda belirtilenlerin dışındaki diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir. Öncelikle terekeye ait bu borcun sağ eşe ödenmesi, daha sonra kalan miktar üzerinden yine sağ eşin miras payının belirlenerek hem mal rejiminin tasfiyesinden, hem de miras payından kaynaklanan alacak miktarlarının toplamı belirlenerek davacının isteği hakkında bir karar verilmesi gerekirken; davacının miras hakkı gözardı edilerek, sadece davacı sağ eşin katılma alacağı esas alınarak karar verilmesi hukuka aykırıdır.
DAVA : Münevver ile Ayça aralarındaki itirazın iptali davasının kısmen kabulüne ve kısmen reddine dair ( Hatay Aile Mahkemesi )’nden verilen 06.04.2010 gün ve 1037/410 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili ve davacı vekili taraflarından süresinde istenilmiş olmakla dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı Münevver vekili, Abdullah’ın vekil edeninin eşi iken ölümü ile davacı ile davalıyı mirasçı bıraktığını, evlilik birliği içinde edinilerek “…bank A… şubesinde muhafaza edilen para üzerinde davacının 30.838,67 TL katılma alacağının ve miras hakkının bulunduğunu, ölümünden sonra söz konusu banka hesabından 12.365 TL’nin çekildiğini, daha 18.473,67 TL alacağının kaldığını, bu alacağı için icra takibinin başlatıldığını, ancak davalının itiraz etmesi üzerine takibin durduğunu ileri sürerek itirazın iptaline ve %40 icra inkar tazminatına hükmedilmesine karar verilmesini istemiştir.
Davalı Ayça vekili, dava konusu paranın miras bırakan babası Abdullah’ın kendi miras bırakanlarından kalan para olup kişisel malı olduğunu, davacının itiraz ileri sürmeden kendi miras payına karşılık gelen miktarı bankadan çektiğini, kalan para üzerinde davasının mal rejiminden ve miras hukukundan kaynaklanan alacak hakkının bulunmadığını belirterek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece, Abdullah’ın ölüm tarihi itibariyle bankada bulunan paranın 47.005,93 TL olduğu, bunun 199,65 TL’sinin 01.01.2002 tarihi öncesi yatırılmış olması nedeniyle kişisel malı olduğu, kalan 46.806,28 TL’nin aksi kanıtlanamadığı için edinilmiş mal olarak kabulünün gerektiği, bu malın yarısı olan 23.403,14 TL’nin sağ eş davacının katılma alacağı olduğu, bunun 12.365 TL’sinin önceden davacı tarafından banka hesabından çekildiğinden davanın kısmen kabulüyle kalan katılma alacağı olan 11.038,14 TL’ye ilişkin icra takibinin devamına, icra takip tarihinden itibaren kanuni faiz uygulatılmasına, fazlaya ve icra inkar tazminatına ilişkin talebin reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, her iki taraf vekilleri tarafından ayrı ayrı temyiz edilmiştir.
HUMK’nın 76. maddesi hükmüne göre, davanın esası olan maddi olayların ileri sürülmesi taraflara, bunların nitelendirilmesi ve uygulanacak kanun maddesini belirlemek hakime aittir. Hakim tarafların yargılama oturumlarında ve dilekçesinde kullandıkları sözcükler ve nitelendirme ile bağlı değildir. Mahkemece, dilekçenin içeriğine göre davacının isteğini ve amacını belirleyip uyuşmazlığın ona göre çözüme kavuşturulması gerekir. Bu açıklamalara göre, davacı mal rejiminin tasfiyesinden doğan alacak ile miras hakkından kaynaklanan alacağının tahsili amacıyla başlattığı icra takibine davalının yaptığı itirazın iptaline ve icra takibinin devamına karar verilmesini istemiştir.
Taraflar 02.08.1986 tarihinde evlenmişler, Abdullah’ın 14.08.2004 tarihinde ölümü ile mal rejimi sona ermiştir ( TMK’nın 225/1. m. ). Eşler arasında sözleşmeyle başka mal rejimi seçilmediğinden 01.01.2002 tarihine kadar 743 sayılı TMK’nın 170. maddesi uyarınca “mal ayrılığı” bu tarihten ölüm tarihine kadar ise 4721 sayılı TMK’nın 202. maddesi uyarınca “edinilmiş mallara katılma” rejimi geçerlidir. Dosya içeriğine, banka, tapu ve nüfus kayıtlarına, bilirkişi raporuna, Hatay Aile Mahkemesi’nin 2008/384 E. 2008/643 K. sayılı dava dosyasına ve tanık anlatımlarına göre; mal rejiminin sona erdiği Abdullah’ın ölüm tarihinde banka hesabında bulunan 47.005,93 TL’nin 46.806,28 TL’sinin eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu dönemde ölen eş adına bankaya yatırılan edinilmiş mal olduğu, söz konusu paranın kişisel mal olduğu ileri sürülmüşse de davalı tarafça kanıtlanamadığı ( TMK’nın 222/3. m. ), bu miktar üzerinde sağ eş davasının 1/2 oranda katılma-alacağının bulunduğu ( TMK’nın 231, 236/1. m. ) sabittir. Sağ eşinin, mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan alacak hakkı terekeye ait borç olup, bu borç çıktıktan sonra ölen eş Abdullah üzerinde kalan diğer yarı pay mirasçılar arasında miras hukuku hükümlerine göre paylaştırılır. Sağ eş davacının ölen eş Abdullah üzerinde kalan diğer yarı pay üzerinde de miras hakkı bulunmaktadır. Bu açıklamalar doğrultusunda; davalı vekilinin tüm, davacı vekilinin ise aşağıda belirtilenlerin dışındaki diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
Davacı Münevver vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince; az yukarıda açıklandığı gibi, sağ eşinin mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan alacak hakkı terekeye ait ödenmesi gereken borçtur. Buna göre; öncelikle terekeye ait bu borcun sağ eşe ödenmesi, daha sonra kalan miktar üzerinden yine sağ eşin TMK’nın 499. maddesine göre oluşan miras payının belirlenerek hem mal rejiminin tasfiyesinden, hem de miras payından kaynaklanan alacak miktarlarının toplamı belirlenerek davacının isteği hakkında bir karar verilmesi gerekirken; davacının miras hakkı gözardı edilerek, sadece davacı sağ eşin katılma alacağının gözönünde bulundurulup yazılı miktara hükmedilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan gerekçeler nedeniyle davacı Münevver vekilinin yerinde görülen temyiz itirazlarının kabulüyle usul ve kanuna aykırı bulunan yerel mahkeme hükmünün açıklanan bölümünün HUMK’nın 428. maddesi uyarınca ( BOZULMASINA ) ve peşin harcın istek halinde temyiz edenlere ayrı ayrı iadesine, 17.03.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/4983
K. 2011/2095
T. 12.4.2011
• KATILMA PAYI ALACAĞI DAVASI ( Davacının Boşanma Davasında Tazminat ve Eşya Alacağı Haklarından Feragat Ettiğini Beyan Ettiği – Daha Sonra Dürüstlük Kuralına Aykırı Olarak Katılma Payı Alacağı Talebinde Bulunamayacağı )
• BOŞANMA DAVASINDA EŞİN TAZMİNAT VE ALACAK HAKLARINDAN VAZGEÇMESİ ( Daha Sonra Dürüstlük Kuralına Aykırı Olarak Katılma Payı Alacağı Talebinde Bulunamayacağı )
• DÜRÜSTLÜK KURALI ( Eşin Boşanma Davasında Tazminat ve Eşya Alacağı Haklarından Feragat Ettiğini Beyan Ettiği – Daha Sonra Dürüstlük Kuralına Aykırı Olarak Katılma Payı Alacağı Talebinde Bulunmasının Hukuka Aykırı Olduğu )
• İKRAR ( Eşin Boşanma Davasında Tazminat ve Eşya Alacağı Haklarından Feragat Ettiğini Beyan Ettiği/Bu Beyanının Mahkeme İçi İkrar Niteliğinde Olduğu – Daha Sonra Katılma Payı Alacağı Talebinde Bulunmasının Hakkın Kötüye Kullanılması Niteliğinde Olduğu )
• FERAGAT BEYANI ( Eşin Boşanma Davasında Tazminat ve Eşya Alacağı Haklarından Feragat Ettiğini Beyan Ettiği/Bu Beyanının Mahkeme İçi İkrar Niteliğinde Olduğu – Daha Sonra Katılma Payı Alacağı Talebinde Bulunmasının Hakkın Kötüye Kullanılması Niteliğinde Olduğu )
4721/m. 2,166/3, 174, 175, 236/1
ÖZET : Katılma payı alacağı davasında mahkemece davanın reddine karar verilmiştir. Davacı boşanma davası sırasında “…boşanma nedeniyle eşimden herhangi bir nafaka, maddi ve manevi tazminat, yargılama gideri ve vekalet ücreti istemiyorum. Karşı taraftan herhangi bir eşya ve başkaca alacağa ilişkin haklarımdan feragat ediyorum…” şeklinde beyanda bulunmuştur. Aralarındaki anlaşmaya göre boşanmaya karar verilmesini istediğine ve davalı kadının da bu anlaşmadaki düzenlemeye güvenerek boşanmayı kabul ettiğine göre; bundan sonra davacının bu beyanını yok sayarak görülmekte olan bu davayı açıp, talepte bulunması “Dürüst Davranma” kuralına da aykırılık teşkil etmektedir. Boşanma dava dosyasındaki bu beyan mahkeme içi ikrar niteliğinde olup; görülmekte olan davada kesin delil niteliğini taşıdığı ve ayrıca davacının bu ikrarına rağmen eldeki davayı açarak tamamen aksini ileri sürmekle dürüstlük kuralına aykırı davrandığının ve bu durumun hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiğinin kabulü gerekir.
Ayrıca davacının beyanında geçen “eşya” kavramının taşınmaz ve taşınır mallar ile boşanmanın fer’i niteliğinde olmayan mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan “değer artış payı ve katılma alacağı” taleplerini de kapsadığında duraksamamak gerekir. Mahkemece verilen karar yerindedir.
DAVA : Mehmet ile Funda aralarındaki katılma payı alacağı davasının reddine dair ( Kahramanmaraş İkinci Aile Mahkemesi )’nden verilen 10.05.2010 gün ve 10/384 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı Mehmet vekili tarafından davalı Funda aleyhine açılan davanın yapılan yargılaması sonunda mahkemece, davanın reddine karar verilmesi üzerine hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya kapsamı ve davacı vekilinin verdiği dilekçeleri dikkate alındığında davanın evlilik birliği içinde alınan ve davalı adına tapuya tescil edilen 3935 ada 3 parsel üzerindeki binanın 7. kat 42 numaralı dairesi üzerinde mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde değer artış payı ve katılma alacağı isteğine ilişkin olduğu anlaşılmaktadır.
Davalı, dava konusu taşınmazın evlilik birliği içinde alındığını ancak, davacının boşanma davası sırasında haklarından feragat ettiğini açıklayarak davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece, taraflar arasında görülen ve kesinleşen boşanma davasının yargılaması sırasında 04.03.2008 tarihli yargılama oturumunda davacı Mehmet’in “…boşanma nedeniyle eşimden herhangi bir nafaka, maddi ve manevi tazminat, yargılama gideri ve vekalet ücreti istemiyorum. Karşı taraftan herhangi bir eşya ve başkaca alacağa ilişkin haklarımdan feragat ediyorum…” şeklindeki beyanının kendisini bağlayacağı ve karar kesinleştikten sonra alacak talebinde bulunamayacağı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Taraflar 17.02.1992 tarihinde evlenmiş, 19.10.2007 tarihinde açılan boşanma davasının anlaşmalı şekilde TMK’nın 166/3. maddesine göre kabulüne ilişkin hükmün 07.04.2008 tarihinde kesinleşmesiyle boşanmışlardır. Eşler arasında başka mal rejimi seçilmediğinden 01.01.2002 tarihine kadar mal ayrılığı ( 743 sayılı TMK’nın 170. m. ), bu tarihten mal rejiminin sona erdiği boşanma davasının açıldığı tarihe kadar ( 4721 sayılı TMK’nın 225/2. m. ) yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir ( 4721 sayılı TMK’nın 202. m. ).
Dava konusu 3935 ada 3 parsel üzerindeki binanın 7. kat 42 nolu bağımsız bölümü, 16.09.2005 tarihinde satış yoluyla davalı Funda adına tescil edilmiştir. Dava konusu taşınmazın alım tarihi itibarıyla taraflar arasında “edinilmiş mallara katılma rejimi” geçerlidir. Eşler arasındaki mal rejimi TMK’nın 225/2. maddesine göre boşanma davasının açıldığı 19.10.2007 tarihi itibariyle sona ermiştir. Dava dilekçesi, dosya kapsamına göre davacının, taraflar arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu dönemde alınan taşınmazla ilgili tapu iptali ve tescil, yerinde görülmediği takdirde değer artış payı ve katılma alacağı isteğinde bulunduğunun kabulü gerekir ( TMK m. 227, 231 ).
Eşlerden biri, diğerine ait malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya korunmasına hiç ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuş ise, tasfiye sırasında bu malda ortaya çıkan değer artışı için katkısı oranında alacak hakkına sahip olur ( TMK m. 227 ). Eşlerden birine ait edinilmiş mallar üzerinde, diğer eşin mülkiyet veya diğer bir ayni hak talebi söz konusu değildir ( TMK m. 231/1, 236/1 ). Yani katılma rejiminde; eşlere tanınan hak, ayni bir hak olmayıp, şahsi bir haktır. Sadece mal rejimi sona erdiğinde, eşlerin edinilmiş mallara ilişkin artık değerler üzerinde karşılıklı alacak hakkı vardır ( TMK m. 236 ). Açıklandığı gibi davacı Mehmet’in evlilik birliğinde edinilen taşınmazla ilgili davalı Funda’dan ayın isteme hakkı bulunmayıp, değer artış payı veya katılma alacağı istemesi mümkündür. Bu açıklamalar karşısında mahkemece davanın reddine karar verilmiş olmasında tapu iptali ve tescil isteği bakımından bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Terditli olarak istenen değer artış payı ve katılma alacağı isteğine gelince; az yukarıda da açıklandığı gibi mal rejiminin tasfiyesi sonunda davacının davalıdan değer artış payı ve katılma alacağı istemesi mümkündür. Ancak taraflar arasında görülen ve 07.04.2008 tarihinde kesinleşen Kahramanmaraş Aile Mahkemesi’nin 2007/1314 Esas 2008/252 Karar sayılı dava dosyasında 04.03.2008 tarihli yargılama oturumunda davacı Mehmet ve davalı Funda’nın karşılıklı olarak birbirlerinden boşanma nedeni ile nafaka, maddi ve manevi tazminat, yargılama gideri ve vekalet ücreti istemediklerini ayrıca herhangi bir eşya ve başkaca alacakla ilgili haklarından feragat ettiklerini ifade ettikleri ve bu hususun mahkeme kararı gerekçesi ile hüküm kısmında yer aldığı görülmektedir.
Kural olarak tarafların boşanma davasındaki nafaka, maddi ve manevi tazminat ( TMK’nın m. 174, 175, 182 ) bakımından anlaşmaları boşanmanın eki niteliğindeki taleplerle ilgili olup, boşanma davasının eki niteliğinde olma- yan-mal rejiminden kaynaklanan alacak davasını kapsamaz. Ancak eldeki davada çözülmesi gereken sorun, boşanma davası sırasında davacı Mehmet’in “Karşı taraftan herhangi bir eşya ve başkaca alacağa ilişkin haklarımdan feragat ediyorum” şeklinde beyanının açılan mal rejiminin tasfiyesi davası bakımından Mehmet’i bağlayıp bağlamayacağı, mal rejimi tasfiyesi ile ilgili açılan davada değer ifade edip etmeyeceğidir.
TMK’nın 166/3. maddesindeki boşanmanın mali sonuçları üzerinde anlaşma şartı, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 174. maddesinde düzenlenen boşanma nedeniyle maddi ve manevi tazminat, 175. maddesinde düzenlenen yoksulluk ve 182. maddesinde düzenlenen iştirak nafakası talep haklarına ilişkindir. Anlaşmada ayrıca yer verilmemişse tarafların aralarındaki akdi ilişkiyi tasfiye ettikleri kabul edilemez. Görüldüğü üzere, mal rejiminin tasfiyesi anlaşmalı boşanma kapsamında değildir. Başka bir anlatımla boşanmanın mali sonuçları hususunda taraflarca kabul edilecek düzenleme, mal rejiminin tasfiyesine yönelik istemleri içermez. Ne var ki, mal rejiminin tasfiyesine ilişkin isteklerin boşanma davasına ait anlaşma protokolü kapsamına alınmasını engelleyen bir hüküm de bulunmamaktadır. Diğer yandan bir davada yapılan mahkeme içi ikrar, başka bir davada da geçerli olup, kesin delil teşkil eder ( Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, Altıncı baskı, İstanbul 2001, C:2, s:2045 ve HUMK’nın 236/1. m. ). Açıklanan maddi ve hukuki olgular birlikte değerlendirildiğinde; davacı Mehmet’in boşanma davasında 04.03.2008 tarihli duruşmadaki beyanı HUMK’nın 236/1. maddesinde öngörülen mahkeme içi ikrar niteliğinde olup; görülmekte olan davada davacı aleyhine kesin delil teşkil ettiği ve 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında öngörülen yazılı belge mahiyetinde bulunduğu, her türlü kuşku ve duraksamadan uzaktır.
Davacı Mehmet boşanma davası sırasında 04.03.2008 tarihli duruşmada aralarındaki anlaşmaya göre boşanmaya karar verilmesini istediğine ve davalı kadının da bu anlaşmadaki düzenlemeye güvenerek boşanmayı kabul ettiğine göre; bundan sonra davacının bu beyanını yok sayarak görülmekte olan bu davayı açıp, talepte bulunması 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen “Dürüst Davranma” kuralına da aykırılık teşkil etmekte; eş söyleyişle hakkın kötüye kullanılması anlamına gelmektedir. Yukarıda yapılan açıklamaların sonucu olarak; mal rejiminden kaynaklanan talepler boşanmanın fer’ilerinden olmadığından ayrıca dava konusu edilebilirler. Somut olayda, davacının boşanma dosyasındaki 04.03.2008 tarihli duruşmadaki beyanı, boşanma kararının gerekçe ve hüküm kısmında bu beyandan bahsedilmiş oluşu dikkate alındığında, boşanma dava dosyasındaki bu beyan mahkeme içi ikrar niteliğinde olup; böylece, görülmekte olan davada kesin delil niteliğini taşıdığı ve ayrıca davacının bu ikrarına rağmen eldeki davayı açarak tamamen aksini ileri sürmekle dürüstlük kuralına aykırı davrandığının ve bu durumun hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiğinin kabulü gerekir. Ayrıca davacı Mehmet’in beyanında geçen “eşya” kavramının taşınmaz ve taşınır mallar ile boşanmanın fer’i niteliğinde olmayan mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan “değer artış payı ve katılma alacağı” taleplerini de kapsadığında duraksamamak gerekir.
Diğer yandan davacının doğmamış haktan feragat edemeyeceği ileri sürülebilirse de; boşanma nedeniyle eşler arasındaki mal rejimi boşanma davasının dava tarihi itibarıyla sona ermekte olup ( TMK’nın 225/2. m. ), mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan alacak hakkı boşanma dava tarihi itibarıyla doğar ancak bu hakkın dava yolu ile kullanılabilmesi, tasfiyeye karar verilebilmesi için boşanma davasının olumlu sonuçlanarak kesinleşmesi gerekir. Bu durumda davacı Mehmet’in beyanının boşanma davasının yargılaması devam ederken yapıldığı anlaşıldığına göre doğmamış haktan söz etmek de mümkün değildir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazları yerinde görülmediğinden reddi ile usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ( ONANMASINA ), 12.04.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
9. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/19275
K. 2011/23293
T. 11.7.2011
• İŞÇİLİK ALACAĞININ TAHSİLİ TALEBİ ( Bilirkişi Raporunda İşçi Aleyhine Esaslı Değişiklik Olduğunun Belirtildiği – Ancak Raporda Belirtilen Hususların Hayatın Olağan Akışına Aykırı Olduğu/Bu Raporun Dikkate Alınarak Hüküm Kurulamayacağı )
• İŞÇİ ALEYHİNE ESASLI DEĞİŞİKLİK ( Bilirkişi Raporunda İşçi Aleyhine Esaslı Değişiklik Olduğu Yönünde Dayanak Yapılan Hususların Hayatın Olağan Akışına Aykırı Olduğu – Raporun Hükme Esas Alınamayacağı )
• HAYATIN OLAĞAN AKIŞINA AYKIRILIK ( İşçilik Alacağının Tahsili Talebi – Bilirkişi Raporunda İşçi Aleyhine Esaslı Değişiklik Olduğu Yönünde Dayanak Yapılan Hususların Hayatın Olağan Akışına Aykırı Olduğu/Raporun Hükme Esas Alınamayacağı )
4857/m. 22, 24
ÖZET : Davacı, kıdem ve ihbar tazminatı, izin ve fazla çalışma ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Uyuşmazlık konusu, çalışma koşullarında işçi aleyhine esaslı değişiklik olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. Davacının iş sözleşmesinde işyerinin üretim, imalat, paketleme vs gibi tüm bölümlerinde çalışacağı yazılıdır. Davalı iki bölüm arasında hiçbir teknik farklılık olmadığını savunmaktadır. Bilirkişi tarafından işyerinde önceki ve sonraki makineler üzerinde bizzat görülerek keşif yapılmadan, salt davacı tanık anlatımları tekrarlanarak, önceki makinenin bir kez yüklendikten sonra sadece kontrolünün gerektiği, örgü makinesinde ise sürekli ipi doldurmak gerektiği, bu nedenle yeni işi daha fazla efor ve özen gerektirdiğinden iş şartlarında ağırlaşmanın söz konusu olduğu gibi farazi ve hayatın olağan akışına da uymayan bilirkişi raporu ile yetinilerek sonuca gidilmesi isabetsizdir.
DAVA : Davacı, kıdem ve ihbar tazminatı, izin ve fazla çalışma ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkeme, isteği kısmen hüküm altına almıştır.
Hüküm süresi içinde davalılardan G… Gen. Mak. Teks. San. Tic. Ltd. Şti. tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için tetkik hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Davacı kıdem, ihbar tazminatı isteklerinde bulunmuştur.
Davalı davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece istek gibi hüküm kurulmuştur.
Kararı yasal süresi içinde davalı G… Ltd. Şti. temyiz etmiştir.
1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davalı G… Ltd. Şti. vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.
2- Taraflar arasında uyuşmazlık konusu, çalışma koşullarında işçi aleyhine esaslı değişiklik olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
İş Hukuku’nun en tartışmalı alanlarından biri, çalışma koşullarının tespiti ile bu koşulların uygulanması, değişiklik yapılması, en nihayet işçinin kabulüne bağlı olmayan değişiklik ile işverenin yönetim hakkı arasındaki ince çizginin ortaya konulmasıdır.
İş Hukuku, işçi haklan yönünden sürekli ileriye yönelik gelişimci bir karaktere sahiptir. Bu anlayıştan hareket edildiğinde, işçinin haklarının iş ilişkisinin devamı sırasında daha ileriye götürülmesi, iş hukukunun temel amaçları arasındadır. Çalışma koşulları bakımından geriye gidişin işçinin rızası hilafına yapılamaması gerekir.
İş ilişkisinden kaynaklanan ve işin yerine getirilmesinde tabi olunan hak ve borçların tümü, “çalışma koşulları” olarak değerlendirilmelidir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesinde, “işveren, iş sözleşmesiyle veya iş sözleşmesinin eki niteliğindeki personel yönetmeliği ve benzeri kaynaklar ya da işyeri uygulamasıyla oluşan çalışma koşullarında esaslı bir değişikliği ancak durumu işçiye yazılı olarak bildirmek suretiyle yapabilir. Bu şekle uygun olarak yapılmayan ve işçi tarafından altı işgünü içinde yazılı olarak kabul edilmeyen değişiklikler işçiyi bağlamaz. İşçi değişiklik önerisini bu süre içinde kabul etmezse, işveren değişikliğin geçerli bir nedene dayandığını veya fesih için başka bir geçerli nedenin bulunduğunu yazılı olarak açıklamak ve bildirim süresine uymak suretiyle iş sözleşmesini feshedebilir. İşçi bu durumda 17 ila 21. madde hükümlerine göre dava açabilir” düzenleme, çalışma koşullarındaki değişikliğin normatif dayanağını oluşturur.
Çalışma koşullarının değişikliğinden söz edebilmek için öncelikle bu koşulların neler olduğunun ortaya konulması gerekir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesinden de yola çıkılarak, Anayasa, yasalar, toplu ya da bireysel iş sözleşmesi, personel yönetmeliği ve benzeri kaynaklar ile işyeri uygulamasından doğan işçi ve işveren ilişkilerinin bütünü, çalışma koşulları olarak değerlendirilmelidir.
İş sözleşmesinin esaslı unsurları olan işçinin iş görme borcu ile bunun karşılığında işverenin ücret ödeme borcu, çalışma koşullarının en önemlileridir. Bundan başka, işin nerede ve ne zaman görüleceği, işyerindeki çalışma süreleri, yıllık izin süreleri, ödenecek ücretin ekleri, ara dinlenmesi, evlenme, doğum, öğrenim, gıda, maluliyet ve ölüm yardımı gibi sosyal yardımlar da çalışma koşulları arasında yerini alır. İşçiye özel sağlık sigortası yapılması ya da işverence primleri ödenmek kaydıyla bireysel emeklilik sistemine dahil edilmesi de çalışma koşulları kavramına dahildir ( Yargıtay 9. HD 27.10.2008 gün 2008/29715 E., 2008/28944 K. ).
Kanunların içinde ve üstünde bir yere sahip olan Anayasa’da çalışma koşullarına ilişkin birtakım genel düzenlemeler yer almaktadır. Anayasa’nın güvence altına aldığı temel hak ve özgürlükler ile sosyal ve ekonomik haklar, bütün çalışma koşullarının oluşumunda ve çerçevelerinin belirlenmesinde etkilidir. Bu açıdan Anayasa’nın temel hak ve özgürlükler ile sosyal ve ekonomik hakları çalışma koşulları belirlenirken gözönünde bulundurulmalıdır ( Yargıtay 9. HD 18.07.2008 gün 2007/23508 E., 2008/20604 K. ).
Anayasa’nın 48. maddesinde öngörülen çalışma yerini serbestçe seçme hakkı, 49. maddedeki çalışma hakkı ve ödevi, 50. maddedeki çalışma şartları bakımından öngörülen özel koruma ile dinlenme hakkı, 51. maddedeki sendika kurma hakkı, 53. maddedeki toplu iş sözleşmesi yapma hakkı ile 54. maddedeki grev ve lokavt hakları iş ilişkisine etkileri olan Anayasal haklardan en belirginleri olarak karşımıza çıkar.
Anayasal temeli olan yıllık izin hakkı yönünden bir örnek vermek gerekirse, işverenin işçinin bu dinlenme hakkını kısıtlayan uygulamalara gitmesi durumunda, çalışma koşulları işçi aleyhine ağırlaştırılmış olmaktadır.
Çalışma koşullarını belirleyen kaynaklardan en önemlisi şüphesiz 4857 sayılı İş Kanunu olmaktadır. İşçinin ücretinin alt sınırının gösterildiği ( m. 39 ), günlük ve haftalık çalışma sürelerinin belirlendiği ( m. 41 ve 63 ), hangi hallerde günlük ve haftalık iş sürelerini aşan çalışmaların yapılabileceğinin ve bu durumda ödenmesi gereken ücretlerin ve daha pek çok konunun açıklandığı İş Kanunu, çalışma koşullarının temelini oluşturur. İş ilişkisinde bu gibi emredici hükümlerin dışında ve işçi aleyhine bir uygulamaya gidilemeyeceği gibi aksine uygulama iş koşulu haline gelmez. Örneğin tam süreli bir iş sözleşmesi ile çalışan bir işçiye sürekli olarak asgari ücretin altında ücret ödenmiş olması iş koşulunu oluşturmaz.
Hafta Tatili Kanunu, Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun gibi kanun hükümleri de çalışma koşullarının belirlenmesinde etkilidir.
Toplu iş sözleşmesi de, çalışma koşullarının belirlenmesinde önemli yeri bulunan bir hukuk kaynağıdır. Çalışma koşullarının işçi lehine olarak de-ğiştirilebileceği ve bunun iş sözleşmesi hükmü olarak geçerli olduğu 2822 sayılı Yasa’nın 6. maddesinde öngörülmüştür.
Toplu iş sözleşmesini düzenleyen taraflarca toplu iş sözleşmesi hükümlerinin değiştirilmesi mümkündür. Ancak Dairemizin kökleşmiş uygulamasına göre toplu iş sözleşmesinde yapılacak olan değişiklik geçmişe etkili olamaz ( Yargıtay 9. HD 21.02.2006 gün 2005/38473 E., 2006/4428, Yargıtay 9. HD 18.07.2008 gün 2007/23508 E., 2008/20604 K. ). Toplu iş sözleşmesinin tarafları arasında çoğunlukla “protokol” adı altında yapılan bu değişiklikler, yapıldıkları tarihten ileriye dönük olarak sonuçlarını doğurur ( Yargıtay 9. HD 18.02.2009 gün, 2007/36366 E., 2009/2936 K. ).
Borçlar Hukuku’nda olduğu gibi İş Hukuku’nda da kural, ( BK 19/1 ) sözleşme serbestisidir. Taraflar iş ilişkisinde dikkate alınması gereken kuralları yasalarla belirlenen emredici hukuk kurallarına aykırı olmamak kaydıyla serbestçe belirleyebilirler. 1475 sayılı İş Kanunu’nda yazılı sözleşmede bulunması gereken unsurlar gösterildiği halde, 4857 sayılı İş Kanunu’nda bu yönde bir kurala yer verilmemiştir. Bu noktada iş sözleşmesinde bulunması gereken öğeler yönünden de bir serbestinin olduğu söylenebilir. Çalışma koşullarında değişikliğe dair sözleşmenin de kural olarak yazılı biçimde yapılması gerekmez.
Uygulamada, yazılı olarak yapılan iş sözleşmelerinde çoğunlukla işçinin yerine getireceği iş, unvanı, ücret ve ekleri belirtilmekle birlikte, çalışma koşullarının tespitine yönelik ayrıntılı düzenlemelere yer verilmemektedir. Bu noktada çalışma koşullarının tespiti ve değişikliğin yapılıp yapılmadığı konularında ispat sorunlarını beraberinde getirmektedir. Çalışma koşullarında işçi aleyhine esaslı değişiklik olduğu konusunda ispat yükü işçidedir. Çalışma koşullarının belirlenmesinin ardından, yapılmak istenenin, değişiklik olup olmadığı ve en sonunda işçi aleyhine olduğu işçi tarafından kanıtlanmalıdır.
İş ilişkisinin taraflarının iş sözleşmesinde, gerektiğinde işverence çalışma koşullarında değişiklik yapabileceğine dair düzenlemelere gitmeleri halinde, işverenin genişletilmiş yönetim hakkından söz edilir. Bu halde işveren, yönetim hakkını kötüye kullanmamak ve sözleşmedeki sınırlara uymak kaydıyla işçinin çalışma koşullarında değişiklik yapma hakkını sürekli olarak kazanmış olmaktadır. Örneğin, işçinin gerektiğinde işverene ait diğer işyerlerinde de görevlendirilebileceği şeklinde sözleşme hükümleri, işverenin bu konuda değişiklik yapma hakkını saklı tutar. Anılan hak objektif olarak kullanılmalıdır. İşçinin iş sözleşmesinin feshini sağlamak için sözleşme hükmünün uygulamaya konulması, işverenin yönetim hakkının kötüye kullanılması niteliğindedir ( Yargıtay 9. HD 07.07.2008 gün, 2007/24548 E., 2008/19209 K. ).
Çalışma koşullarını belirleyen kaynaklar arasında, iş sözleşmesinin eki sayılan personel yönetmeliği veya işyeri iç yönetmeliği gibi belgeler de yerini alır. Bu nedenle işçinin açık veya örtülü onayını almış personel yönetmeliği, iş sözleşmesi hükmü niteliğindedir. İşyerinde öteden beri uygulanmakta olan personel yönetmeliğinin kural olarak işçi ile iş ilişkisinin kurulduğu anda işçiye bildirilmesi gerekir. Daha sonra yapılacak olan değişikliklerin de işçiye duyurulması, bağlayıcılık açısından gereklidir. İşveren tarafından kanuni ve sözleşmesel bir zorunluluk olmadığı halde, işverence işyerinde uygulana gelen işyeri uygulamaları da çalışma koşullarının belirlenmesinde etkindir.
İşyerindeki uygulamaların tüm işçiler yönünden toplu bir nitelik taşıması mümkün olduğu gibi, eşit konumda olan bir ya da birkaç işçi açısından süregelen uygulamalar da çalışma koşullarını oluşturabilir.
Çalışma koşullarının değiştirilmesi, işçiye hiç iş verilmemesi ya da daha az iş verilmesi şeklinde de ortaya çıkabilir. İşçinin parça başı ücret usulüne göre çalıştığı durumlarda bu durumun işçi aleyhine olduğu tartışmasızdır. Ancak işçiden iş görmesinin istenmemekle birlikte, ücret ve diğer ayni ve sosyal haklarının aynen devam ettirilmesi de çalışma koşullarında değişiklik anlamına gelebilir. Gerçekten, işçinin çalıştığı sürece kendisini geliştirme imkanına sahip olduğu kabul edilmelidir.
İşçinin işyerinden kaynaklanan geçerli nedenlerle sürekli olarak işyerinin değiştirilmesi şeklinde bir uygulamanın varlığı halinde, başka işyerlerinde zaman zaman görevlendirilmesi çalışma koşulları arasındadır. Böyle bir durumda işçinin bir başka işyerinde görev verilmesi, kural olarak, çalışma koşullarında değişiklik niteliğinde sayılamaz. Örneğin işçinin çeşitli şantiyelerin proje müdürü olması halinde ve sürekli olarak değişik yerlerde kurulu bu şantiyelerde görev yapması halinde, işverence kabul edilebilir sınırlar dahilinde aynı türdeki bir başka görevlendirmeyi reddedemez.
Çalışma koşullarını belirleyen faktörler arasında yukarıdan aşağıya doğru bir sıralama yapmak gerekirse; Anayasa, kanunlar, toplu iş sözleşmesi, bireysel iş sözleşmesi, personel yönetmeliği ve benzeri kaynaklar ve işyeri uygulamaları bir bütün olarak çalışma koşullarını belirler.
Buradaki temel sorun normların çatışması halinde ortaya çıkar. Özellikle, çalışma koşullarını belirleyen kaynaklar piramidinin üst sıralarında mutlak emredici olarak düzenlenen bir hususun, işçi lehine olsa da daha alt sıradaki kaynaklarla değiştirilmesi mümkün değildir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 21. maddesinin son fıkrası hükmü bu konuda örnek olarak verilebilir. Feshin geçersizliğinin tespiti üzerine işverenin bir aylık işe başlatma süresi, işe başlatmama tazminatının alt ve üst sınırı ile boşta geçen sürenin en çok dört ayla sınırlı olduğu yönündeki yasa hükümleri yasada mutlak emredici olarak belirlenmiş ve işçi lehine de olsa değişiklik yolu kapatılmıştır.
Bunun dışında mutlak emredici hükümlerin bulunmadığı hallerde çalışma koşullarını belirleyen kaynaklar arasında çatışma durumunda, işçinin yararına olan düzenleme ya da uygulamanın, çalışma koşulunu oluşturduğu kabul edilmelidir. Örneğin yasada haftalık 45 saati aşan çalışmaların %50 zamlı olarak ödeneceği kuralına rağmen, işverenin bu yönde hiç ödeme yapmamış olması, çalışma koşullarının fazla çalışmanın ödenmeyeceği yönünde ortaya çıkmasını gerektirmez. Aynı şekilde işverenin %50 zamlı ücret yerine daha az bir oranda ödeme yapmış olması da, işçi aleyhine olmakla bağlayıcılık taşımaz. Buna karşın, işçiye fazla çalışma ücretlerinin %100 zamlı ücret üzerinden ödenmesine dair iş sözleşmesi ya da süreklilik gösteren işyeri uygulaması geçerli olup, işçiye fazla çalışma ücretlerinin %100 zamlı olarak ödenmesi yönünde çalışma koşulu ortaya çıkmış olur.
Çalışma koşullarında değişiklik, işverenin yönetim hakkı ile doğrudan ilgilidir. İşveren işyerinin kârlılığı, verimliliği noktasında işin yürütümü için gerekli tedbirleri alır. İş görme ediminin yerine getirilmesi şeklini ve zamanını, hizmetin niteliğini işveren belirler. İşverenin yönetim hakkı, taraflar arasındaki iş sözleşmesi ya da işyerinde uygulanan toplu iş sözleşmesinde açıkça düzenlenmeyen boşluklarda uygulama alanı bulur.
Aynı şekilde işyerinin devri de işverenin yönetim hakkının son aşamasıdır. İşyeri devri kural olarak çalışma koşullarında değişiklik olarak nitelendirilemez. Dairemizin kökleşmiş içtihatlarına göre, işyeri devrinin çalışma koşullarını ağırlaştıran bir yönü olup olmadığı araştırılmalıdır ( Yargıtay 9. HD 11.07.2008 gün 2007/23953 E., 2008/19878 K., Yargıtay 9. HD 27.10.2005 gün 2005/5396 E., 2005/34825 K. ).
İşçinin acil ve arızi durumlarda görev tanımının dışında çalıştırılması ve fazla mesai yaptırılması olanaklıdır. İşverenin yönetim hakkı bu tür olağanüstü durumlarda daha geniş biçimde değerlendirilmelidir. Örneğin işyerinde yangın, sel baskını veya deprem gibi doğal afetler sebebiyle önleyici tedbirlerin alınması sırasında işçinin işverenin göstereceği her türlü işi, iş güvenliği tedbirleri ve insanın dayanma gücü dahilinde yerine getirmesi beklenir. Öte yandan, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 42. maddesi çerçevesinde zorunlu nedenlerle fazla çalışma işçinin kabulüne bağlı değildir ve yasal sınırlar gözetilerek işçinin işverence verilecek talimatlara uyması gerekir.
İşverenin yönetim hakkı kapsamında kalan ya da geçerli nedene dayanan değişiklikler, çalışma koşullarında esaslı değişiklik olarak nitelendirilemez. Geçerli neden işçinin verimi ile davranışlarından ya da işyeri gereklerinden kaynaklanabilir. Örneğin işçinin çalıştığı bölümde objektif olarak ortaya konulan performans kriterlerine göre verimsizliğinin saptanması ve hatta işverence bu yönde verilen eğitime rağmen sonuç alınmaması durumunda işverence işçinin başka bir işte görevlendirilmesi mümkündür.
İşçinin davranışlarından kaynaklanan geçerli nedenlerle de çalışma koşullarının değiştirilmesi mümkün görülmelidir. Şoför olarak istihdam edilen işçinin sık sık trafik cezası alarak işin güvenliğini tehlikeye düşürmesi, ya da sürücü belgesine mahkeme kararıyla geçici olarak el konulması gibi durumlarda, işverenin işçiyi geçici ya da sürekli olarak başka bir işte görevlendirebileceği kabul edilmelidir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesinin ikinci fıkrasında, çalışma koşularının, tarafların karşılıklı uzlaşmaları ile değiştirilmesinin her zaman mümkün olduğu kurala bağlanmıştır.
Çalışma koşullarında değişiklik konusunda işçinin rızasının yazılı alınması yasa gereğidir. Aynı zamanda işverence değişiklik teklifinin de yazılı olarak yapılması gerekir.
İşçi çalışma koşullarında yapılmak istenen değişikliği usulüne uygun biçimde yazılı olarak ve süresi içinde kabul ettiğinde, değişiklik sözleşmesi kurulmuş olur. İşçinin değişikliği kabulü, sadece bu işlem yönünden geçerlidir. Bir başka anlatımla işveren işçinin bir kez vermiş olduğu değişiklik kabulünü, daha sonraki dönemlerde başka değişiklikler için kullanamaz.
İşçinin değişikliği kabul yazısının işverene ulaşma anına kadar bu değişiklikten vazgeçmesi mümkündür.
Yazılı olarak bir kabul olmamakla birlikte işçinin değişikliği kuşkuya yer vermeyecek biçimde kabul anlamına gelen davranışlar içine girmesi halinde ise, işçinin bu davranışı, 22. maddenin 2. fıkrası anlamında çalışma koşullarında anlaşma yoluyla değişiklik olarak değerlendirilmelidir. İşyerinde müdür unvanını taşıyan bir işçinin daha alt bir göreve verilmesi ve işçinin bu yeni görevini benimseyerek çalışması durumu buna örnek olarak verilebilir.
İşçiye yapılan değişiklik önerisi altı iş günlük sürenin geçmesinden yazılı olarak kabul edilmediği sürece işçiyi bağlamaz. Bu sürenin geçirilmesinden sonra, işçinin değişiklik önerisi kabul etmesi, işverene işçi tarafından yöneltilen yeni icap olarak kabul edilir. İşveren iş sözleşmesini ancak altı iş günlük sürenin geçmesinden sonra feshedebilir. İşçinin altı işgünü geçmesinden sonra yaptığı kabul beyanı üzerine işverenin iş sözleşmesini feshi, kendisine yöneltilen yeni icap beyanının örtülü olarak reddi anlamına gelir.
İşçi çalışma koşullarında esaslı değişikliği kabul etmez ve işyerinde çalışmaya devam edilirse, değişiklik gerçekleşmemiş ve sözleşme eski şartlarla devam ediyor sayılır. Bu durumda işveren, değişiklik teklifinden vazgeçerek sözleşmenin eski şartlarda devamını isteyebilir ya da çalışma koşullarında değişikliğin geçerli bir nedene dayandığını veya fesih için başka bir nedenin bulunduğunu yazılı olarak açıklamak ve bildirim süresine uymak koşulu ile sözleşmeyi feshedebilir.
Fesih bildiriminin şarta bağlanamayacağı kuralının istisnasını, ger-çekleşmesi muhatabın iradesine bırakılan iradi şart oluşturur. İradi şartın tipik örneğini, fesih bildiriminin sonuç doğurmasının değişiklik önerisinin kabulü veya reddi şartına bağlanmasıdır. Bu anlamda, fesih bildiriminin geciktirici veya bozucu şarta bağlanması mümkündür.
Geciktirici şarta bağlı fesih bildiriminde, işveren, fesih bildiriminin, işçinin değişiklik önerisini reddetmesi veya zamanında kabul etmemesi durumunda hüküm ve sonuçlarını doğuracağını ifade ederek, değişiklik fesih bildiriminde bulunabilir. Feshin hüküm ve sonuçları değişiklik önerisinin işçi tarafından reddi ve kabul edilmemesi durumunda doğar.
Geciktirici şarta bağlı değişiklik feshinde, değişikliğin yazılı olarak kabulü için altı günden az süre tanınamaz. Aynı zamanda değişikliğin dayanağı ile fesih için geçerli neden işverence yazılı olarak açıklanmalıdır.
İşçinin değişiklik önerisini kabul etmesi halinde iş sözleşmesinin feshinin, geçersiz olacağının açıklandığı durumlarda, bozucu şarta bağlı değişiklik feshi söz konusudur. Belirtilen uygulama biçiminde, işveren işçinin sözleşmesinin bildirim süresine uygun olarak feshedildiğini bildirmekle birlikte, çalışma koşullarında değişiklik önerisini getirmekte ve değişikliğin kabul edilmesi durumunda feshin geçersiz olacağını açıklamaktadır. Bu durumda da işçiye en az altı iş günü süre tanınmalı ve bozucu şarta bağlı bildirim yazılı olarak yapılmalıdır. İşçinin değişiklik teklifini kabul etmesi halinde, fesih geçersiz olur ve iş ilişkisi yeni çalışma koşullarında çalışma şeklinde devam eder. Aksi halde fesih, bildirimin işçiye tebliği ile birlikte geçerli olur ve bildirim önelinin geçmesiyle iş ilişkisi sona erer.
Değişiklik feshinde geçerli neden denetimi iki aşamalı olarak yapılmalıdır. İlk olarak, iş sözleşmesinin muhtevasında değişikliği gerekli kılan geçerli neden bulunmalıdır. Dolayısıyla, İş Kanunu’nun 18. maddesinde fesih için aranan geçerli nedenler, değişiklik feshinde de aynen bulunmalıdır. Bir başka anlatımla, değişiklik feshine gidebilmek için işçinin yeterliliğinden, davranışından veya işletme gereklerinden kaynaklanan geçerli bir nedenin bulunması gereklidir. Dolayısıyla, İş Kanunu’nun 18. maddesinde belirtilen geçerli nedenlere ilişkin denetim burada da aynen yapılmalıdır. Denetimin ağırlığı ve ölçüsü farklılık arz etmez. Yapılacak denetimde, söz konusu madde anlamında geçerli bir nedenin varlığı tespit edilmezse, ikinci aşamaya geçmeden değişiklik feshi geçersiz kabul edilmelidir.
İş sözleşmesinin değiştirilmesini gerektiren bir geçerli nedenin varlığının tespiti halinde, ikinci aşamada, fiilen teklifi edilen sözleşme değişikliğinin kanuna ve toplu iş sözleşmesine uygun olup olmadığı; ölçülülük ilkesine uygun olup olmadığı ve işçiden bu teklifi kabul etmesinin haklı olarak beklenebilip beklenemeyeceğinin; bir başka anlatımla, kendisine yapılan değişiklik teklifini kabullenmek zorunda olup olmadığı denetiminin yapılması gerekir. Demek ki, değişiklik feshinin geçerliliğine ilişkin denetiminin ikinci aşamasında, değişiklik teklifinin denetimi söz konusudur. Bu bağlamda esas itibarıyla ölçülülük denetimi yapılmalıdır ( Yargıtay 9. HD 07.07.2008 gün 2007/24548 E., 2008/19209 K. ). Denetim, somut olayın özelliklerine göre yapılmalıdır. Buna göre, değişiklik feshi, ancak, çalışma şartlarının değiştirilmesi için uygun ve daha hafif çare olarak gerekli ve takip edilen amaca göre orantılı ise, ultima ratio olarak gündeme gelebilir. Çalışma şartlarının değiştirilmesini gerektirmeyecek veya daha hafif çalışma şartlarının önerilmesini gerektirecek ve aynı amaca, aynı şekilde ulaşılmasını mümkün kılacak organizasyona yönelik veya teknik ya da ekonomik alana ilişkin başka bir tedbirin mevcut olmaması gerekir. İşveren ayrıca, mümkünse, sözleşmenin değiştirilmesine ilişkin olarak daha az radikal olan bir teklifte bulunmalıdır. Değişiklik teklifi, iş hukukuna ilişkin eşit davranma ilkesini ihlal ediyorsa, bu teklife işçi katlanmak zorunda olmadığından, değişiklik feshi geçersiz sayılır.
İş sözleşmesinin içeriği birkaç unsur açısından değiştirilmesi teklif edilmişse, işçi tarafından kabul etmesinin beklenebilir olup olmadığının denetimi her bir unsur açısından ayrı ayrı gerçekleştirilmelidir. Değiştirilmesi teklif edilen birkaç unsurdan sadece birisinin kabulünün işçi açısından beklenemez olduğuna karar verilirse, değişiklik feshinin tamamının geçersizliğine hükmedilmelidir. Mahkeme, sözleşme değişikliğinin kısmen geçerli kısmen geçersiz olduğuna karar veremez.
İşçiye, mümkünse, onun açısından en az olumsuzluk teşkil eden teklifte bulunulmalıdır. Şüphesiz, işverenin önerdiği değişiklik teklifinin feshin tek alternatifi olduğu; başka içerikte bir değişiklik önerisinin yapılmasının mümkün olmadığı sonucuna varılırsa, işçi tarafından teklifin kabul etmesinin beklenebilir olup olmadığının denetimi yapılmaz.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesinde çalışma koşullarında esaslı değişiklik sebebiyle işçinin iş sözleşmesini haklı olarak feshedebileceği öngörülmemiştir. Bununla birlikte çalışma koşullarının değiştirilmesi aynı zamanda koşullarının uygulanmaması anlamına geldiğinden, aynı Yasa’nın 24/11- f bendinde belirtilen hal, işçinin haklı fesih nedenleri arasında sayılmıştır. Bu durumda işçinin ihbar tazminatı talep hakkı doğmazsa da, kıdem tazminatı ödenmelidir. Bununla birlikte, çalışma koşullarında esaslı değişikliği kabul etmeyen işçinin iş sözleşmesinin işverence feshi halinde, işçinin ihbar ve kıdem tazminatlarını talep hakkı doğar.
Somut olayda; davacının davalı tekstil işyerinin raşel bölümünde makineci olarak çalışırken, bu bölümdeki makinelerin satılması üzerine yuvarlak örgü diye tanımlanan bölümde görevlendirildiği, dosya üzerinden görüş bildiren bilirkişinin yeni bölümde iş şartlarının ağırlaştığını belirttiği, bunun üzerine mahkemece; iş şartlarının ağırlaştırılmasını kabul etmeyen ve yeni makinelerde çalışmayarak yedi gün güvenlik kulübesinde oturan davacının iş sözleşmesinin işverence feshinin haklı nedene dayanmadığı kabul edilmiştir.
Davacının iş sözleşmesinde işyerinin üretim, imalat, paketleme vs gibi tüm bölümlerinde çalışacağı yazılıdır. Davalı iki bölüm arasında hiçbir teknik farklılık olmadığını savunmaktadır. Bilirkişi tarafından işyerinde önceki ve sonraki makineler üzerinde bizzat görülerek keşif yapılmadan, salt davacı tanık anlatımları tekrarlanarak, önceki makinenin bir kez yüklendikten sonra sadece kontrolünün gerektiği, örgü makinesinde ise sürekli ipi doldurmak gerektiği, bu nedenle yeni işi daha fazla efor ve özen gerektirdiğinden iş şartlarında ağırlaşmanın söz konusu olduğu gibi farazi ve hayatın olağan akışına da uymayan bilirkişi raporu ile yetinilerek sonuca gidilmesi hatalıdır.
3- Davacı dava dilekçesinde iş sözleşmesinin 23.03.2007 tarihinde feshedildiğini belirttiği halde hizmet süresinin 02.04.2007 tarihine kadar hesaplanması HUMK’nun 74. maddesine aykırıdır.
SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten ( BOZULMASINA ), peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 11.07.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
10. HUKUK DAİRESİ
E. 2008/18485
K. 2011/8504
T. 9.6.2011
• HİZMET TESPİTİ DAVASI ( Davacının Çalıştığını İddia Ettiği Lisenin Okul ve Öğrencileri Koruma Derneği’nin Feshedildiği/Husumet Yöneltilemeyeceği – Tespiti İstenen Çalışmanın Aslında Adı Geçen Lisede Olduğu/Lise MEB’e Bağlı Olduğundan MEB’in Davaya İştirakinin Sağlanacağı )
• FESHEDİLEN DERNEĞİN HUSUMET EHLİYETİ ( Hizmet Tespiti Davasında Davacının Çalıştığını İddia Ettiği Lisenin Okul ve Öğrencileri Koruma Derneği’nin Feshedildiği/Husumet Yöneltilemeyeceği – Çalışmanın Aslında Adı Geçen Lisede Olduğu/MEB’in Davaya İştirakinin Sağlanacağı )
• MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI’NIN DAVAYA İŞTİRAK ETMESİ ( Hizmet Tespiti Davasında Davacının Çalıştığını İddia Ettiği Lisenin Okul ve Öğrencileri Koruma Derneği’nin Feshedildiği/Husumet Yöneltilemeyeceği – Çalışmanın Aslında Adı Geçen Lisede Olduğu/MEB’in Davaya İştiraki Gereği )
• SİGORTALI ÇALIŞMALARIN ÇAKIŞMASI ( Hizmet Tespiti Davası/Davacının Davaya Konu Sürelerde Başka İşyerinde Çalışması Bulunduğu – Sigortalının Aynı Dönemde İki Farklı İşyerinde Çalışmasının Mümkün Olup Olmayacağının Araştırılacağı )
506/m.79
1086/m.38
ÖZET : Dava, hizmet tespiti istemine ilişkindir. Davaya konu somut olayda; … Lisesi Okul ve Öğrencileri Koruma Derneği’nin feshedildiği anlaşıldığından kendisine husumet yöneltilerek davaya devam olunması mümkün bulunmamaktadır. Ancak, tespiti istenen çalışmanın geçtiği işyeri Lise olup, esas itibariyle işyerinin Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı ve halen anılan Bakanlık bünyesinde faal olması, … Lisesi Okul ve Öğrencileri Koruma Derneği’ne ait kayıt ve defterlerin C… Kaymakamlığımdan temin edilmiş olması nazara alınarak, feshedilen söz konusu derneğin ihya edilip yeniden tüzel kişilik sağlanmasına gerek olmaksızın, dava dilekçesinin Milli Eğitim Bakanlığı’na tebliği ile davaya iştiraki sağlanmalı ve tarafların göstereceği deliller de toplandıktan sonra hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmelidir.
Sigortalının davaya konu sürelerle çakışır şekilde birinci dönemi arasında başka işyerinde geçen kesintisiz çalışmasının bulunması karşısında; bu işyeri ve çalışmaya ilişkin davalı Kurum nezdindeki işyeri sicil dosyası ve dönem bordroları ile diğer tüm bilgi ve belgeler getirtilmeli, sigortalının aynı dönemde iki farklı işyerinde çalışmasının mümkün olup olmayacağı yöntemince araştırılmalıdır.
DAVA : Dava, hizmet tespiti istemine ilişkindir.
Mahkemece, ilamında belirtildiği şekilde davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hükmün, davalı Kurum vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve tetkik hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi:
KARAR : Davacı, 05.02.1998-29.12.2001 tarihleri arasında davalılardan C… Lisesi Okul ve Öğrencileri Koruma Derneği nezdinde, C… Lisesi’nde hizmetli olarak aralıksız çalıştığı iddiasıyla, diğer davalı Kuruma bildirilmeyen sürelerin tespitine karar verilmesini istemiş, mahkemece, davanın kabulü ile istem hüküm altına alınmıştır.
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren geçici 7. maddesinde; bu Kanun’un yürürlük tarihine kadar 506, 1479, 2925, 2926 ve 5434 sayılı Kanunlar ile 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesine göre sandıklara tabi sigortalılık başlangıçları ile hizmet süreleri, fiili hizmet süresi zammı, itibari hizmet süreleri, borçlandırılan ve ihya edilen süreler ve sigortalılık sürelerinin tabi olduğu kanun hükümlerine göre değerlendirileceği yönündeki hükmün öngörülmüş olması ve genel olarak kanunların geriye yürümemesi ( geçmişe etkili olmaması ) kuralı karşısında davanın yasal dayanağı 506 sayılı Kanun’un 79. maddesinin onuncu fıkrasıdır.
Diğer taraftan, taraf ehliyeti, davada taraf olabilme yeteneği olup, medeni ( maddi ) hukuktaki medeni haklardan yararlanma ( hak ) ehliyetinin medeni usul hukukunda büründüğü şekildir. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 38. maddesinde davaya ehliyetin Medeni Kanun ile belirlendiği belirtilmiştir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 48. maddesi hükmüne göre tüzel kişiler hak ehliyetine sahiptirler ve dolayısıyla davada taraf olabilme ehliyeti de ancak, tüzel kişiliği bulunan yapılanmalar için geçerlidir. Tüzel kişiliğin son bulması ile artık eski tüzel kişinin taraf ehliyetinin de son bulacağı tartışmasızdır. Taraf ehliyeti kamu düzeni ile ilgili olduğundan hakimin bu hususu re’sen gözönünde bulundurması zorunludur.
506 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile “işveren; …sigortalıları çalıştıran… kişiler…” olarak tanımlanmış olup, hizmet tespitine yönelik davalarda, çalışma ilişkisinin nitelik ve süresinin belirlenmesinde, bu yöndeki işyeri bilgi ve belgelerine ulaşılmasında, bir başka deyişle, davanın sübutu, kanıtlama yükümlülüğü ve verilen kararın infazı açısından, işverene husumet yöneltilmesi zorunludur.
Davaya konu somut olayda; C… Lisesi Okul ve Öğrencileri Koruma Derneği’nin 05.12.2004 tarihinde feshedildiği anlaşıldığından kendisine husumet yöneltilerek davaya devam olunması mümkün bulunmamaktadır. Ancak, tespiti istenen çalışmanın geçtiği işyeri C… Lisesi olup, esas itibariyle işyerinin Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı ve halen anılan Bakanlık bünyesinde faal olması, C…Lisesi Okul ve Öğrencileri Koruma Derneği’ne ait kayıt ve defterlerin C… Kaymakamlığımdan temin edilmiş olması nazara alınarak, feshedilen söz konusu derneğin ihya edilip yeniden tüzel kişilik sağlanmasına gerek olmaksızın, dava dilekçesinin Milli Eğitim Bakanlığı’na tebliği ile davaya iştiraki sağlanmalı ve tarafların göstereceği deliller de toplandıktan sonra hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmelidir ( Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 01.06.2011 tarih 10-223-369 sayılı kararı ).
Kabule göre; sigortalının davaya konu sürelerle çakışır şekilde 01.07.1998 tarihi ile 1999 yılı birinci dönemi arasında başka işyerinde geçen kesintisiz çalışmasının bulunması karşısında; bu işyeri ve çalışmaya ilişkin davalı Kurum nezdindeki işyeri sicil dosyası ve dönem bordroları ile diğer tüm bilgi ve belgeler getirtilmeli, söz konusu işyerinde geçen çalışmaların niteliği belirlenerek, sigortalının aynı dönemde iki farklı işyerinde çalışmasının mümkün olup olmayacağı yöntemince araştırılmalıdır.
Mahkemece, açıklanan maddi ve hukuki ilkeler gözetilmeksizin eksik araştırma ve yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalı Kurum vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle ( BOZULMASINA ), 09.06.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
10. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/270
K. 2011/8973
T. 16.6.2011
• DOĞUMA DAYALI BORÇLANMAYA İLİŞKİN TESPİT TALEBİ ( Geçmişte Hizmet Akdine Dayalı Olarak Zorunlu Sigortalılık Tescilinin Yapılmış Olmasının Yeterli Olacağı – Ancak En Fazla İki Doğum İçin ve Bu Doğumlardan Sonraki İkişer Yıl Olmak Üzere Borçlanılabileceği )
• ZORUNLU SİGORTALILIK TESCİLİ ( Doğuma Dayalı Borçlanmaya İlişkin Tespit Talebi – Geçmişte Hizmet Akdine Dayalı Olarak Zorunlu Sigortalılık Tescilinin Yapılmış Olmasının Yeterli Olacağı Ancak En Fazla İki Doğum İçin ve Bu Doğumlardan Sonraki İkişer Yıl Olmak Üzere Borçlanma Yapılabileceği )
• DOĞUM ÖNCESİ SİGORTALILIK ( Doğuma Dayalı Borçlanmaya İlişkin Tespit Talebi – Doğum Öncesi Sigortalılığın Herhangi Bir Süre Sınırına Tabi Tutulmaması Gereği )
5510/m. 41/1-a
ÖZET : Dava, davacının üç çocuğundan dolayı, 5510 sayılı Kanun uyarınca doğuma dayalı borçlanma yapabileceğinin tespiti istemine ilişkindir. Uyuşmazlık, öncelikle doğuma dayalı borçlanma olarak nitelendirilebilecek borçlanma hakkının, bu düzenlemenin yürürlük tarihinden önceki doğum olaylarına uygulanıp uygulanmayacağı, doğum sırasında aktif sigortalı olma şartının aranıp aranmayacağı noktalarında toplanmaktadır. Geçmişte hizmet akdine dayalı olarak zorunlu sigortalılık tescilinin yapılmış olması, bu haktan yararlanabilmesi için yeterli sayılmalıdır. Doğum öncesi sigortalılık, herhangi bir süre sınırına tabi tutulmamalıdır.Somut olayda davacının, ilk kez 506 sayılı Kanun kapsamında zorunlu sigortalı olduğu; üç doğum nedeniyle borçlanma talebinde bulunduğu görülmektedir. Ancak en fazla iki doğum için ve bu doğumlardan sonraki ikişer yıl olmak üzere en fazla dört yıllık sürenin borçlanılması mümkündür. Bu husus gözetilmelidir.
DAVA : Dava, davacının üç çocuğundan dolayı, 5510 sayılı Kanun uyarınca doğuma dayalı borçlanma yapabileceğinin tespiti istemine ilişkindir.
Mahkemece, ilamında belirtildiği şekilde davanın reddine karar verilmiştir.
Hükmün, davacı avukatı tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi:
KARAR : Uyuşmazlık, öncelikle 5510 sayılı Kanun’un 41/1-a maddesi ile hukukumuzda ilk kez düzenlenen ve kısaca doğuma dayalı borçlanma olarak nitelendirilebilecek borçlanma hakkının, bu düzenlemenin yürürlük tarihinden önceki doğum olaylarına uygulanıp uygulanmayacağı, doğum sırasında aktif sigortalı olma şartının aranıp aranmayacağı noktalarında toplanmaktadır.
5510 sayılı Kanun’un “Sigortalıların borçlanabileceği süreler” başlıklı, 41/1-a maddesinde; “Bu Kanuna göre sigortalı sayılanların; Kanunları gereği verilen ücretsiz doğum ya da analık izni süreleri ile 4. maddenin birinci fıkrasının ( a ) bendi kapsamındaki sigortalı kadının, iki defaya mahsus olmak üzere doğum tarihinden sonra iki yıllık süreyi geçmemek kaydıyla hizmet akdine istinaden işyerinde çalışmaması ve çocuğunun yaşaması şartıyla talepte bulunulan süreleri,… kendilerinin veya hak sahiplerinin yazılı talepte bulunmaları ve talep tarihinde 82. maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt ve üst sınırları arasında olmak üzere, kendilerince belirlenecek günlük kazancın %32’si üzerinden hesaplanacak primlerini borcun tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde ödemeleri şartı ile borçlandırılarak, borçlandırılan süreleri sigortalılıklarına sayılır…” hükmü düzenlenmiştir.
Sosyal güvenlik hukukunun özel ve kamusal niteliği itibariyle ve 5510 sayılı Kanun’da, anılan hükümle getirilen, sigortalıların lehine olan bu borçlanma hakkının, Kanunun yürürlüğünden önceki doğum olaylarına uygulanmasını engelleyen bir düzenlemenin olmaması da gözetildiğinde, 5510 sayılı Kanun’dan önce meydana gelmiş doğum olaylarına da uygulanabileceğini kabul etmek gereklidir. Mahkemenin bu konudaki takdiri isabetsiz görülmüştür.
Doğuma dayalı borçlanma hakkından yararlanabilmek için doğum sırasında aktif sigortalı olma şartının aranıp aranmayacağı hususunda ise; geçmişte hizmet akdine dayalı olarak zorunlu sigortalılık tescilinin yapılmış olması, bu haktan yararlanabilmesi için yeterli sayılmalıdır. Kadının fiziksel yapısı, doğurganlık işlevi, aile yükümlülükleri ile çalışma yaşamındaki konumu yanında, doğum borçlanmasıyla amaçlanan sonucun tam olarak elde edilebilmesi için, bu tip borçlanmalarda aranan doğum öncesi sigortalılık, herhangi bir süre sınırına tabi tutulmamalıdır. Aksine bir yorum, kanunda bu yönde bir sınırlamanın olmadığı da gözetildiğinde, sosyal güvenlik hakkına aykırılık oluşturacaktır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 18.05.2011 gün ve 2011/10-311 Esas, 2011/322 Karar sayılı ilamı da bu doğrultudadır.
Somut olayda davacının, ilk kez 506 sayılı Kanun kapsamında 01.06.1976 tarihinde zorunlu sigortalı olduğu; 25.09.1980, 10.12.1982, 15.02.1988 tarihlerinde yaptığı üç doğum nedeniyle borçlanma talebinde bulunduğu görülmektedir. Ancak 5510 sayılı Kanun m. 41/1-a uyarınca; en fazla iki doğum için ve bu doğumlardan sonraki ikişer yıl olmak üzere en fazla dört yıllık sürenin borçlanılması mümkündür. Mahkemece, anılan maddi ve hukuki olgular gözönünde tutulmaksızın eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm kurulması, usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davacı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve sair yönler incelenmeksizin hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle ( BOZULMASINA ), temyiz harcının istem halinde davacıya iadesine, 16.06.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
11. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/9455
K. 2011/3340
T. 24.3.2011
• SEBEPSİZ ZENGİNLEŞMEYE DAYALI ALACAK ( Çekin Rehin Cirosuyla Devrinin Mümkün Olmadığı – Dava Konusu Çekin Davacıya Rehin Cirosuyla Verildiği Açık Olup Çekte Rehin Cirosunun Geçerli Olmayacağı )
• ÇEKİN REHİN CİROSUYLA VERİLMESİ ( Dava Konusu Çekin Davacıya Rehin Cirosuyla Verildiği Açık Olup Çekte Rehin Cirosunun Geçerli Olmayacağı ve Bu Ciroyla Çeki Elinde Bulunduran Davacıya Hak Bahşetmeyeceği )
• REHİN CİROSUYLA DEVREDİLEN ÇEK ( Devrinin Mümkün Olmadığı – Dava Konusu Çekin Davacıya Rehin Cirosuyla Verildiği Açık Olup Çekte Rehin Cirosunun Geçerli Olmayacağı – Sebepsiz Zenginleşmeye Dayalı Alacak )
6762/m.644,730
ÖZET : Dava, T.T.K.nun 644. maddesi uyarınca sebepsiz zenginleşmeye dayalı alacak istemine ilişkindir. Çekin rehin cirosuyla devri mümkün değildir. Mahkemece, davaya konu çekin davacıya rehin cirosuyla verildiği açık olup, çekte rehin cirosunun geçerli olmayacağı, bu ciroyla çeki elinde bulunduran davacıya hak bahşetmeyeceği hususu nazara alınarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın davalı yararına bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
DAVA : Taraflar arasında görülen davada Bursa 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce verilen 25.2.2009 tarih ve 2008/499-2009/76 Sayılı kararın Yargıtayca incelenmesi davalı vekili ile katılma yolu ile davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi Muktedir Lale tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:
KARAR : Davacı vekili, dava dışı olan Y… Cam. Tic. ve San. Ltd. Şti. nin davacı bankanın Hal / Bursa Şubesinin kredi müşterisi olduğunu, kullanmış olduğu kredilerin teminatı olarak davalı tarafından keşide edilmiş 7.000,00 TL. bedelli çekin müvekkilince yasal sürede ibraz edilmesine rağmen karşılığının olmadığının anlaşıldığını, T.T.K.nun 730/14 ve 644 üncü maddelerine ve genel hükümlere göre sebepsiz iktisap koşullarının oluştuğunu ileri sürerek, 7.000,00 TL çek bedeli, 2.829,56 TL işlemiş faiz, 350,00 TL % 5 çek tazminatı ve 21,00 TL komisyon olmak üzere toplam 10.200,56 TL. nin dava tarihinden itibaren asıl alacağa işleyecek % 27 oranında reeskont faizi ile birlikte tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davaya konu çekin zamanaşımına uğradığını, davalının davacı ya herhangi bir borcunun bulunmadığını, ispat yükünün davacı tarafta olduğunu, davacının T.T.K.nun 644 maddesine dayanamayacağını, davaya konu çekte davacı bankanın herhangi bir cirosunun bulunmadığını, bu sebeple çekte yetkili hamil olmadığını, çek arkasında çek lehtarının tahsil cirosu olduğunu, ayrıca çek tazminatı, çek komisyonu, avans faizi istenemeyeceğini savunarak, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece , dosya kapsamına göre, davaya konu çekin dava dışı şirketin açığa cirosu ile davacı bankaya verildiği, davacı banka tarafından ibraz edildiği, bu sebeple yapılan cironun temlik cirosu olduğu, davacı bankanın T.T.K.’nun 644 ve 730 maddelerine dayanılarak sebepsiz zenginleşme davası açmaya yetkisinin bulunduğu, davalınin sebepsiz zenginleşmediğini ispat edemediği, davacı tarafından çek tazminatı ve komisyonu istemlerinin yerinde görülmediği, davanın zamanaşımı süresi içinde açıldığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Kararı, davalı vekili ile katılma yolu ile davacı vekili temyiz etmiştir.
1-) Dava, T.T.K.nun 644. maddesi uyarınca sebepsiz zenginleşmeye dayalı alacak istemine ilişkin olup, taraflar arasındaki öncelikli uyuşmazlık, davacının aktif husumetinin bulunup bulunmadığı, diğer bir deyişle yetkili hamil olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. Mahkemece, yukarda yazılı gerekçelerle davacının anılan hükme dayalı olarak dava açabileceği sonucuna varılarak davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Oysa, davalının keşidecisi olduğu davaya konu çekin dava dışı Y… Cam. Tic. ve San Ltd. Şti.nin davacı bankadan kullandığı kredinin teminatı olarak davacıya verildiği ve bu sebeple anılan şirket tarafından davacı Bankaya ciro edildiği dosya kapsamı ile sabit olup, esasen bu husus tarafların da kabulündedir. Mahkemece, cironun temlik cirosu ile davacı bankaya verildiği sonucuna varılmış ise de davaya konu çek bordrosunda çekin “teminat” olduğu yazılı olduğu gibi davacı Bankanın Bursa Hal Şubesinin 27.1.2009 tarihli yazısından da çekin dava dışı şirketin kullandığı kredinin teminatı olarak 11.11.2006 tarihinde bankaya verildiği bildirilmiştir. T.T.K.nun 730/1-4. maddesi uyarınca, poliçe ve bononun aksine, çekin rehin cirosuyla devri mümkün değildir. ( Bkz. Prof. Dr. S. Reisoğlu, Türk Hukukunda ve Bankacılık Uygulamasında Çek, 2003 Baskı, s.174 vd. ) Başka bir anlatımla, çekte rehin cirosunun bir geçerliliği bulunmamaktadır.
Bu durum karşısında, mahkemece, yukarda yapılan açıklamalar doğrultusunda, davaya konu çekin davacıya rehin cirosuyla verildiği açık olup, çekte rehin cirosunun geçerli olmayacağı, bu ciroyla çeki elinde bulunduran davacıya hak bahşetmeyeceği hususu nazara alınarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın davalı yararına bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
2-) Bozma sebep ve şekline göre davacı vekilinin tüm, davalı vekilinin ise diğer temyiz itirazlarının incelenmesine gerek görülmemiştir.
SONUÇ : Yukarıda ( 1 ) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle kararın davalı yararına BOZULMASINA, ( 2 ) numaralı bentte açıklanan sebeple davacı vekilinin tüm, davalı vekilinin ise diğer temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, 4743 Sayılı Kanunun 6. maddesinin B/4 bendi gereğince, davacı yargı harçlarından muaf olduğundan, harç alınmasına mahal olmadığına, ödenen temyiz peşin harcın istemi halinde temyiz edene iadesine, 24.3.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
11. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/13248
K. 2011/6064
T. 17.5.2011
• HASAR BEDELİNE DAYANAN İTİRAZIN İPTALİ TALEBİ ( Davanın Davacının Selefi Taşıtan İle Davalı Taşıyan Arasında Deniz Yolu İle Taşıma Sözleşmesine Dayalı Olduğu – Davanın Denizcilik İhtisas Mahkemesinde Görüleceği )
• GÖREVLİ MAHKEME ( Davacının Selefi Taşıtan İle Davalı Taşıyan Arasında Deniz Yolu İle Taşınması Sırasında Hasarlanma İddiasına Dayalı İtirazın İptali Talebi – Denizcilik İhtisas Mahkemesinin Görevli Olduğu )
• NAKLİYAT SİGORTA SÖZLEŞMESİNE DAYALI İTİRAZIN İPTALİ DAVASI ( Davanın Davacının Selefi Taşıtan İle Davalı Taşıyan Arasında Deniz Yolu İle Taşınması Sırasında Hasarlanma İddiasına Dayalı Olduğu – Denizcilik İhtisas Mahkemesinin Görevli Olduğu )
6762/m. 1061
ÖZET : Davacı vekili, müvekkiline nakliyat sigorta sözleşmesi ile sigortalı emtianın davalı tarafından denizyolu ile taşınması sırasında hasarlandığını, hasar bedelinin müvekkili tarafından sigortalısına ödendiğini, alacağın tahsili için başlatılan takibe davalının haksız ve kötüniyetli olarak itiraz ettiğini ileri sürerek, davalının itirazının iptalini talep ve dava etmiştir. Dava, davacının selefi taşıtan ile davalı taşıyan arasında deniz yolu ile taşıma sözleşmesine dayalı oluşan hasar bedelinin davalıdan tahsili için başlatılan takibe yapılan itirazın iptali istemine ilişkin olduğundan dava tarihinde, özel mahkeme olan Denizcilik İhtisas Mahkemesi görevli olduğundan, genel mahkeme olarak davaya bakan mahkemece, açıklanan düzenleme gereğince, görevsizlik kararı verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasında görülen davada ( Şişli Üçüncü Sulh Hukuk Mahkemesi )’nce verilen 23.10.2007 tarih ve 2006/1744-2007/1907 sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için tetkik hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:
KARAR : Davacı vekili, müvekkiline nakliyat sigorta sözleşmesi ile sigortalı emtianın davalı tarafından denizyolu ile taşınması sırasında hasarlandığını, hasar bedelinin müvekkili tarafından sigortalısına ödendiğini, alacağın tahsili için başlatılan takibe davalının haksız ve kötüniyetli olarak itiraz ettiğini ileri sürerek, davalının itirazının iptalini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, yetki itirazı ile birlikte esas hakkında da davanın reddini istemiştir. Mahkemece, iddia, savunma, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir.
1-Dava tarihinden önce, 28.04.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5136 sayılı Kanun ile 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 4. maddesine “İş durumunun gerekli kıldığı yerlerde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun olumlu görüşü ile Adalet Bakanlığı’nca, bu Kanun’un Dördüncü Kitabı’nda yer alan deniz ticaretine ilişkin ihtilaflara bakmak ve asliye derecesinde olmak üzere Denizcilik İhtisas Mahkemeleri kurulur. Bu mahkemelerin yargı çevresi Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından belirlenir.” fıkrası eklenmiştir. Bu düzenleme uyarınca, yine davadan önce, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 20.07.2004 gün ve 370 sayılı kararı ile İstanbul’da Denizcilik İhtisas Mahkemesi kurulup, faaliyete getirilmiş ve yargı alanı İstanbul ili mülki sınırları olarak belirlenmiş olup, bu hususlar aynı Kurul’un 24.03.2005 tarih ve 188 sayılı Kararı ile de bir kez daha vurgulanmıştır.
Somut olayda, dava, davacının selefi taşıtan ile davalı taşıyan arasında deniz yolu ile taşıma sözleşmesine dayalı oluşan hasar bedelinin davalıdan tahsili için başlatılan takibe yapılan itirazın iptali istemine ilişkin olup, hasarın taşımanın deniz yolu taşıma sırasında oluştuğu iddia edilmekle, 6762 sayılı TTK’nın “Deniz Ticareti” başlıklı 4. Kitabında düzenlenen 1061 vd. madde hükümlerinin de uygulanması gerektiğinden, bu iddiayı içeren davanın görülüp sonuçlandırılmasının öncelikle Denizcilik İhtisas Mahkemesinin görevine girdiğinin kabulü gerekmektedir. Nitekim, TTK’nın 1361. madde hükmü Beşinci Kitap içerisinde kalsa da, davacı taşıma sigortacısı, selefinin Dördüncü Kitap hükümlerine dayalı haklarına halef olmuştur.
Bu itibarla, dava tarihinde, özel mahkeme olan İstanbul Denizcilik İhtisas Mahkemesi görevli olduğundan, genel mahkeme olarak davaya bakan mahkemece, açıklanan düzenleme gereğince, görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, esasa girilmesi doğru olmamıştır.
2-Bozma neden ve şekline göre, davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.
SONUÇ : Yukarıda 1 nolu bentte açıklanan nedenle kararın ( BOZULMASINA ), 2 nolu bentte açıklanan nedenle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 17.05.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
12. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/9442
K. 2009/18099
T. 6.10.2009
• KAMU KURUMU ALACAĞI ( Haciz İhbarnamesi Gönderilen 3. Kişinin İhbarnameye İtiraz Etmesi Halinde Alacaklı Kamu Kurumu Bir Yıl İçinde Genel Mahkemelerde Açacağı Dava İle Üçüncü Kişinin Cezalandırılmasını ve Alacağın Tahsilini Talep Edebileceği )
• ÜÇÜNCÜ KİŞİNİN HACİZ İHBARNAMESİNE İTİRAZI ( Alacaklı Kamu Kurumu Bir Yıl İçinde Genel Mahkemelerde Açacağı Dava İle Üçüncü Kişinin Cezalandırılmasını ve Alacağın Tahsilini Talep Edebileceği )
• ALACAKLI KAMU KURUMUNUN İZLEYECEĞİ YOL ( Haciz İhbarnamesi Gönderilen 3. Kişinin İhbarnameye İtiraz Etmesi Halinde Alacaklı Kamu Kurumu Bir Yıl İçinde Genel Mahkemelerde Açacağı Dava İle Üçüncü Kişinin Cezalandırılmasını ve Alacağın Tahsilini
6183/m.79
2004/m.89,338
ÖZET : Kamu Kurumunun alacağının tahsili için yapılan icra takibinde; haciz ihbarnamesi gönderilen üçüncü kişinin ihbarnameye itiraz etmesi halinde, alacaklı Kamu kurumu bir yıl içinde genel mahkemelerde açacağı dava ile üçüncü kişinin cezalandırılmasını ve alacağın tahsilini talep edebilir.
DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı vekili tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Alacaklı Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı İzmir Gümrük ve Muhafaza Başmüdürlüğü adına Dikili Gümrük Müdürlüğü, gümrük vergisi ve KDV alacaklarının tahsili için Yatağan Yem Sanayi İç ve Dış Tic. AŞ. aleyhinde 6183 sayılı Kanun hükümleri uyarınca takip başlatmıştır. Bu takipte borçlunun Garanti Bankası Milas Şubesi’nde bulunan hesaplarına haciz ihbarnamesi gönderilmiş olup, banka şubesince yapılan itirazın gerçeğe aykırı olduğundan bahisle İİK’in 89/4 ve 338. maddelerine göre tazminat ve cezaya hükmedilmesi için alacaklı idare tarafından Dikili İcra Mahkemesi’ne dava açılmıştır. Dikili İcra Mahkemesi’nce verilen yetkisizlik kararı üzerine dosyanın gönderildiği Milas İcra Mahkemesi’nce de yetkisizlik kararı verilerek dosyanın yetkili Dikili İcra Mahkemesi’ne gönderilmesine karar verildiği, bu kararın alacaklı idare vekilince temyiz konusu yapıldığı görülmektedir.
6183 sayılı Kanun’un 79. maddesinin altıncı fıkrasında “üçüncü şahıs haciz bildirisi üzerine 7 gün içerisinde alacaklı tahsil dairesine itiraz ettiği takdirde, alacaklı amme idaresi bir yıl içinde üçüncü şahsın yaptığı itirazın aksini genel mahkemelerde açacağı davada ispat ederek, üçüncü şahsın İcra ve İflas Kanunu’nun 338. maddesinin birinci fıkrasına göre cezalandırılmasını ve borçlu bulunduğu tutarın ödenmesine hükmedilmesini isteyebilir” hükmü yer almaktadır.
Bu hükme göre yukarıda belirtilen davaya bakma görevi Genel Mahkemelere aittir. Mahkemenin yetkili olup olmadığı konusu ise görevli Mahkemede incelenir.
İcra Mahkemesince, öncelikle ve kendiliğinden haciz ihbarnamesine konu alacak değerine göre Sulh Hukuk veya Asliye Hukuk Mahkemelerinden hangisinin görevli olduğu saptanarak sonucuna göre görevsizlik kararı verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.
SONUÇ : Alacaklı idare vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK.’nun 366. ve HUMK.’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, 06.10.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
12. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/18622
K. 2009/20606
T. 22.10.2009
• MİRASIN REDDİ ( Sulh Mahkemesince İflas Hükümlerine Göre Tasfiye Edileceği – Alacaklı Tarafından Takibin İkinci Derece Mirasçılara Yönlendirilemeyeceği )
• İKİNCİ DERECE MİRASÇILAR ( Alacaklı Tarafından Takibin Yönlendirilemeyeceği – En Yakın Yasal Mirasçıların Tamamınca Reddolunan Mirasın Sulh Mahkemesince İflas Hükümlerine Göre Tasfiye Edileceği )
• İFLAS HÜKÜMLERİNE GÖRE TASFİYE ( En Yakın Yasal Mirasçıların Tamamınca Reddolunan Mirasın Sulh Mahkemesince Bu Hükümlere Göre Tasfiye Edileceği )
4721/m. 612
ÖZET : En yakın yasal mirasçılar tarafından reddedilen miras, Sulh Mahkemesince iflas hükümlerine göre tasfiye edilir. Miras reddedilmiş olmakla tasfiyeye tabi tutulur. İkinci derece mirasçılara yönlendirilemez.
DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu vekili tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Alacaklı tarafından, borçlu muris M. Hanif hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yolu ile takibin başlatıldığı, takibin kesinleşmesinden sonra 01.04.2002 tarihinde murisin ölümü üzerine, alacaklının takibi veraset belgesine göre mirasçı olarak kalan iki oğluna karşı yönlendirdiği, bunların da mirası reddetmesi üzerine, Mahkemeden aldığı veraset belgesine göre takibi 2. derecede mirasçı olan şikayetçilere yönlendirdiği görülmektedir. Şikayetçilerin, haklarında alınan ve takibe esas teşkil eden mirasçılık belgesinin iptali istemi ile Kırıkhan Sulh Hukuk Mahkemesi’ne açtıkları dava, 11.03.2009 tarihinde sonuçlanmış ve 2008/576 Esas, 2009/134 sayılı karar ile veraset belgesinin iptaline karar verilmiştir. Anılan mahkeme hükmü gereğince şikayetçiler murisin mirasçısı olmadıklarından, alacaklı tarafından takip onlara yönlendirilemez. Zira TMK’nun 612. maddesinin; “En yakın yasal mirasçıların tamamı tarafından reddolunan miras, Sulh Mahkemesince iflas hükümlerine göre tasfiye edilir.” hükmüne göre miras reddedilmiş olmakla tasfiyeye tabi tutulur. Yoksa 2. derece mirasçılarına yönlendirilemez. Bu durumda mahkemece şikayetin kabulüne karar vermek gerekirken reddi isabetsizdir.
SONUÇ : Şikayetçilerin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle, İİK’nun 366. ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, 22.10.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/5956
K. 2010/13831
T. 25.10.2010
• AVUKATLIK ÜCRETİNE DAYANAN ALACAK DAVASI ( Müşavirlik Sözleşmesinin Tarafların Sözleşmede Kararlaştırdıkları Hükümlere Uygun Olarak Feshedildiği – Davalının Ücreti Ödediğini Beyan Ettiği ve Davacının İtiraz Etmediği/Davanın Reddi Gereği )
• HUKUK MÜŞAVİRLİĞİ SÖZLEŞMESİNİN FESHİ ( Feshin Sözleşmeye Uygun Yapıldığı/Davalının Ücreti Ödediğini Beyan Ettiği ve Davacının İtiraz Etmediği – Davacının Dava Tarihine Kadar İtirazsız Aldığı Ücretin Asgari Ücret Tarifesinin Altında Olduğuna İlişkin İddiasının İyiniyete Aykırı Olduğu )
• ASGARİ ÜCRET TARİFESİNİN ALTINDA OLDUĞU İDDİA EDİLEN AVUKATLIK ÜCRETİ ( Hukuk Müşavirliği Sözleşmesinin Feshine Dayalı Alacak Talebi/Feshin Sözleşmeye Uygun Yapıldığı – Davacının Dava Tarihine Kadar Ücretini İtirazsız Aldığı/Davanın Reddedileceği )
• İYİNİYET KURALLARINA AYKIRILIK ( Hukuk Müşavirliği Sözleşmesinin Feshine Dayalı Alacak Talebi/Davacı Müşavirin Ücreti Aldığına İlişkin Davalı Savunmasına İtiraz Etmediği – Davacının Dava Tarihine Kadar Ücretini İtirazsız Aldığı/Davanın Reddedileceği )
1136/m.174
4721/m.2
ÖZET : Davacı, davalının vekili olduğunu, aralarında ücret sözleşmesi düzenlendiğini, davalının dava ve icra dosyalarını takip ettiğini, sözleşmesinin davalı tarafından feshedildiğini, sözleşmenin Avukatlık Yasası’na aykırı olduğunu, Avukatlık Yasası ve asgari ücret sözleşmesine göre aylık ücretlerinin tahsilini istemiştir. Taraflar arasında düzenlenen sözleşme hizmet-hukuk müşavirliği niteliğinde bir sözleşme olup geçerlidir. Sözleşmede süresinin bitiminden 15 gün önce yazılı ihbarla sözleşmeye son verebilecekleri kararlaştırılmıştır bu nedenle haksız fesih söz konusu değildir. Yine de haksız fesih olmaması davacının hiçbir ücret isteyemeyeceği anlamına da gelmez. Davalı sözleşmeye göre ücretin verildiğini savunmuş, davacı da buna itiraz etmemiştir, ayrıca sözleşme gereğince verilecek ücret dava konusu da edilmemiştir. Öyle olunca davacı sözleşme gereğince sözleşmenin feshine kadar itirazsız aldığı, verilen ücretin Avukatlık Yasası’na ve asgari ücret tarifesinin altında kaldığından bahisle talepte bulunması iyiniyet kurallarına aykırı olup, mahkemece, davanın reddine karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Davacı, davalının vekili olduğunu, aralarında ücret sözleşmesi düzenlendiğini, davalının dava ve icra dosyalarını takip ettiğini, sözleşmesinin davalı tarafından feshedildiğini, sözleşmenin Avukatlık Yasası’na aykırı olduğunu, Avukatlık Yasası ve asgari ücret sözleşmesine göre aylık ücretlerinden şimdilik 10.000,00 YTL istemiş, 25.12.2009 tarihli ıslah dilekçesi ile 33.520,63 TL’nin tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, görev itiraz ve zamanaşımı definde bulunarak, ihtirazi kayıt koymadan kabul ettiği sözleşme gereğince ücretin ödendiğini, bunun dışında talepte bulunamayacağını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, davacının davasının kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Taraflar arasında düzenlenen sözleşme hizmet-hukuk müşavirliği niteliğinde bir sözleşme olup geçerlidir. Taraflar arasındaki ihtilafın, tarafların serbest iradeleri ile yaptıkları ve geçerli olan bu sözleşmenin hükümlerine göre çözümü gerekir. Sözleşmenin 3. maddesi ile sözleşme süresinin bitiminden 15 gün önce yazılı ihbarla sözleşmeye son verebilecekleri kararlaştırıldığına göre, davalının sözleşme bitim tarihinden önce, 04.12.2008 tarihinde gönderdiği ihtarla sözleşmeyi yenilemeyeceğini bildirmesi, haksız fesih sayılamayacağı gibi, Avukatlık Kanunu’nun 174. maddesi anlamında haksız azilin sonuçlarını doğuran bir fesih de değildir. Olayda bu nedenle Avukatlık Kanunu’nun 174. maddesi hükmünün uygulanması düşünülemez. Ancak feshin haksız olmaması davacının fesih tarihi itibariyle hiçbir ücret isteyemeyeceği anlamına da gelmez. Davacının, sözleşmenin sona erdiği tarih itibariyle, sözleşmenin 3. maddeleri hükmünce ücret istemeye hakkı vardır. Davalı sözleşmeye göre ücretin verildiğini savunmuş, davacı da buna itiraz etmemiştir, ayrıca sözleşme gereğince verilecek ücret dava konusu da edilmemiştir. Öyle olunca davacı sözleşme gereğince sözleşmenin feshine kadar itirazsız aldığı, verilen ücretin Avukatlık Yasası’na ve asgari ücret tarifesinin altında kaldığından bahisle talepte bulunması MK 2. maddesine aykırı olup, mahkemece, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, aksi düşüncelerle yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma gerektirir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz edilen kararın davalı yararına ( BOZÜLMASINA ), 25.10.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/14192
K. 2011/3550
T. 9.3.2011
• ZAPTA KARŞI TEKEFFÜL ( Noter Sözleşmesi İle Satılan Aracın Mahkeme Kararı İle Zaptdedildiği – Aracın Davacının Elinde Kaldığı Süre İçinde Araçtan Elde Edilen Yararlanma Miktarı Belirlenip Mahsup Edileceği/Bakiye Miktarın Tahsiline Karar Verileceği )
• NOTER SÖZLEŞMESİ İLE ALINAN ARACIN MAHKEME KARARI İLE ZAPTI ( Satılanın Zaptı İle Birlikte Alıcının Satılandan Elde Ettiği Faydaların da Sebepsiz Zenginleşme Kurallarına Göre Hükmedilen Alacaktan Mahsubu Gerektiği )
• SEBEPSİZ ZENGİNLEŞME ( Zapta Karşı Tekeffülden Kaynaklanan Dava – Satılanın Zaptı İle Birlikte Alıcının Satılandan Elde Ettiği Faydaların da Sebepsiz Zenginleşme Kurallarına Göre Hükmedilen Alacaktan Mahsubu Gerektiği )
• YARARLANMA ( Noter Sözleşmesi İle Satılan Aracın Mahkeme Kararı İle Zaptdedildiği – Aracın Davacının Elinde Kaldığı Süre İçinde Araçtan Elde Edilen Yararlanma Miktarı Belirlenip Mahsup Edileceği/Bakiye Miktarın Tahsiline Karar Verileceği )
818/m. 189, 192, 193
ÖZET : Alacak davasında uyuşmazlık, zapta karşı tekeffül hükümlerinden kaynaklanmaktadır. Davalıdan noter satış sözleşmesi ile satın alıp, adına tescil ettirdiği aracın, gümrük işlemlerine tabi tutulmadan kaçak yollarla ülkeye getirilmiş olması nedeniyle, mahkeme kararı ile zapt edildiği uyuşmazlık konusu değildir. Mahkemece, aracın el konulma tarihindeki rayiç bedeli belirlenerek taleple bağlı kalınarak davanın kabulüne karar verilmiştir.
Satılanın zaptı ile birlikte, alıcının satılandan elde ettiği faydaların da, sebepsiz zenginleşme kurallarına göre hükmedilen alacaktan mahsubu gereklidir O halde mahkemece, satım konusu aracın, davacının elinde kaldığı süre içinde, araçtan elde edilen yararlanma miktarı belirlenip, belirlenecek bu miktarın, davacı alacağından mahsubundan sonra kalan bakiye miktarın davalıdan tahsiline karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Davacı, 31 … … plaka sayılı aracı 30.03.1998 tarihinde, noter satış sözleşmesi ile davalıdan satın aldığını, ancak söz konusu aracın gümrük işlemlerine tabi tutulmadan kaçak yollarla ülkeye getirilmiş olması nedeniyle 11.01.2008 tarihinde Asliye Ceza Mahkemesinin kararı ile elinden alınarak bağlandığını, zarara uğradığını ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 7.000 TL zararının faizi ile tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, davanın zamanaşımına uğradığını, davacının aracı yedi yıl boyunca kullanmış olması nedeniyle kullanım bedelinin alacaktan mahsubu gerektiğini savunarak, davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun ge- rektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davalının sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- Taraflar arasındaki uyuşmazlık, Borçlar Kanunu’nun 189. ve devamı maddelerinde düzenlenen, zapta karşı tekeffül hükümlerinden kaynaklanmaktadır. Satım sözleşmesinde satıcının zapta karşı tekeffül borcunu düzenleyen Borçlar Kanunu’nun 189. maddesinde, satıcının, satılan şeyin bir üçüncü şahıs tarafından satım akdi zamanında mevcut bir hak sebebi ile tamamen veya kısmen zapt edilmesinden, alıcıya karşı mesul ve zamin olduğu açıklandıktan sonra, devamındaki maddelerde de, ( B.K. 189-193 mad. ) bu yükümlülüğün koşulları ve zararın kapsamı konusunda açıklamalar getirilmiştir.
Borçlar Kanunu’nun 192. maddesinde, satılanın tamamen zaptı halinde, satımın münfesih addolunacağı ve alıcının, satıcıdan aynı maddenin 1, 2, 3 ve 4. bentlerinde yazılı zararları isteyebileceğini hükme bağlamıştır. Bu hükümlere göre, satılanın tamamen zaptı halinde alıcı, satılandan elde ettiği veya elde etmeyi ihmal eylediği semereler düşülmek suretiyle, ödemiş olduğu semenin faizi ile birlikte iadesini isteyebilir. Satım bozulduğuna göre, satıcının mal varlığında satım bedeli nedensiz kalır. Bu itibarla satış bedelinin alıcıya her halde geri verilmesi gerekecektir. Alıcının, satıcıdan isteyebileceği zarar ise, menfi zarardır ( Örneğin, alıcının, satım sözleşmesinin kuruluşu ve ifası için yaptığı ve artık kendisi için tamamen boşa gitmiş sayılan giderler. Borçlar Kanunu madde 192/4 ). Hemen belirtilmelidir ki, alıcının, satılanın tamamen zaptı halinde satıcıya karşı ileri sürebileceği bu istemlerin kabul edilebilmesi için, satıcının kusurlu olup olmaması, sonuca etkili değildir. Zira satıcının bu konudaki sorumluluğu, kusursuz sorumluluktur. Bununla beraber satıcı, menfi zarar dışında, hiçbir kusurun kendisine yüklenemeyeceğini ispat etmedikçe alıcının, satılanın zaptı yüzünden uğradığı diğer her türlü zararlarını da ödemekle yükümlüdür ( Borçlar Kanunu madde 192/son fıkra ).
Somut olayda, davacının 30.03.1998 tarihinde davalıdan noter satış sözleşmesi ile satın alıp, adına tescil ettirdiği aracın, gümrük işlemlerine tabi tutulmadan kaçak yollarla ülkeye getirilmiş olması nedeniyle, 11.01.2008 tarihinde mahkeme kararı ile zapt edildiği uyuşmazlık konusu değildir. Mahkemece, aracın el konulma tarihindeki rayiç bedeli belirlenerek taleple bağlı kalınarak davanın kabulüne karar verilmiştir. Ne var ki aracın, satış tarihinden ( 30.03.1998 ) zapt edildiği tarihe ( 11.01.2008 ) kadar, davacının zilyetliğinde kalmış olması nedeniyle, Borçlar Kanunu’nun 192. maddesinin 1. bendi gereğince, “alıcının istihsal ettiği yararlanmanın” da satış bedelinden tenzil edilmesi gerekirken, bu husus gözardı edilmiştir. Oysa ki, satılanın zaptı ile birlikte, alıcının satılandan elde ettiği faydaların da, sebepsiz zenginleşme kurallarına göre hükmedilen alacaktan mahsubu gereklidir ( Bkz. Dairemize ait 2001/12719 Esas, 2002/3023 Karar sayılı, 22.03.2002 tarihli; 1983/6286 Esas, 1983/7556 Karar sayılı, 03.11.1983 tarihli kararlar da aynı doğrultudadır. ) O halde mahkemece, satım konusu aracın, davacının elinde kaldığı süre içinde, araçtan elde edilen yararlanma miktarı belirlenip, belirlenecek bu miktarın, davacı alacağından mahsubundan sonra kalan bakiye miktarın davalıdan tahsiline karar verilmesi gerekirken, Borçlar Kanunu’nun 192. maddesi gözardı edilerek, eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması, usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.
SONUÇ : Yukarıda 1. bentte açıklanan nedenlerle davalının diğer temyiz itirazlarının reddine, 2. bent gereği usul ve yasaya aykırı olan hükmün davalı yararına ( BOZULMASINA ), peşin alınan temyiz harcının istek halinde iadesine, 09.03.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
14. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/10009
K. 2010/11729
T. 1.11.2010
• YÜKLENİCİNİN TEMLİKİNE DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİL ( Üçüncü Kişinin Temlik İşleminin Varlığını Yükleniciye Alacağının Kazanıldığını İse Arsa Sahiplerine Karşı İspatla Yükümlü Olduğu – Temlik İşlemine Dayalı Davalarda Arsa Sahipleri İle Yüklenici Arasında Zorunlu Dava Arkadaşlığı Olduğu )
• İSPAT YÜKÜMLÜLÜĞÜ ( Yüklenicinin Temlikine Dayalı Tapu İptali ve Tescil İstemi – Üçüncü Kişinin Temlik İşleminin Varlığını Yükleniciye Alacağının Kazanıldığını İse Arsa Sahiplerine Karşı İspatla Yükümlü Olduğu )
• ZORUNLU DAVA ARKADAŞLIĞI ( Yüklenicinin Temlikine Dayalı Tapu İptali ve Tescil İstemi – Temlik İşlemine Dayalı Davalarda Arsa Sahipleri İle Yüklenici Arasında Zorunlu Dava Arkadaşlığı Olduğu/Hükmün Bunların Tamamına Karşı Kurulacağı )
818/m. 167, 355
1086/m.43
ÖZET : Dava, yüklenicinin temliki işlemine dayalı tapu iptali ve tescil, ikinci kademedeki istek ise yükleniciye yapılan temlike karşılık ödenen Markın Türk Lirası karşılığının tahsili istemine ilişkindir. Üçüncü kişi bu şekilde bir temlik varsa temlik işleminden yararlanarak bu hakkını arsa sahibine karşı da ileri sürebilir hale gelir. Üçüncü kişi temlik işleminin varlığını yükleniciye, alacağının kazanıldığını ise arsa sahiplerine karşı ispat etmek zorundadır. Temlik işlemine dayalı davalarda arsa sahipleri ile yüklenici arasında zorunlu dava arkadaşlığı vardır. Davanın arsa sahibi ve yükleniciye karşı açılması ve bunlar arasında zorunlu dava arkadaşlığı bulunması sebebiyle yüklenici ve arsa sahiplerinin davadaki varlığı ayrı ayrı düşünülemez. Çekişmenin esası hakkındaki hükmün bunların tamamına karşı kurulması gerekir. Yüklenici hakkındaki davanın işlemden kaldırılması, diğer davalılar hakkındaki davanın reddi gerekir.
DAVA : Davacılar vekili tarafından, davalılar aleyhine 29.07.2004 gününde verilen dilekçe ile tapu iptali ve tescil, karar verilmezse alacak istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın davalı Yakup yönünden HUMK’nın 409. maddesi uyarınca müracaata bırakılmasına, diğer davalılar yönünden reddine dair verilen 03.12.2009 günlü hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR : Dava, yüklenicinin temliki işlemine dayalı tapu iptali ve tescil, ikinci kademedeki istek ise yükleniciye yapılan temlike karşılık ödenen 89.000 Alman Markının Türk Lirası karşılığının tahsili istemine ilişkindir.
Davalı yüklenici, davaya cevap vermemiş, arsa sahipleri ise davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, yüklenici hakkındaki davanın işlemden kaldırılmasına, davayı takip eden arsa sahipleri aleyhine açılan davanın ise reddine karar verilmiştir.
Hükmü, davacılar temyiz etmiştir.
Yukarıda belirtildiği üzere davadaki istemin dayanağı yüklenicinin yaptığı temlik işlemidir. Bir tanımlama yapmak gerekirse alacağın temliki; alacaklı ( yüklenici ) ile ondan temlik alan üçüncü kişi ( davacı ) arasında borçlunun ( arsa sahiplerinin ) rızasını gerektirmeden yapılabilen ve sadece kazandırıcı bir tasarruf işlemi niteliği taşıyan şekle bağlı bir akittir. Kuşkusuz, yüklenicinin yaptığı temlik işleminin hüküm ve sonuç doğurması temlik işleminin konusu olan alacağın gerçek bir alacak olmasına bağlıdır. Alacağın temlik edildiği üçüncü kişi bu şekilde bir temlik varsa temlik işleminden yararlanarak bu hakkını arsa sahibine karşı da ileri sürebilir hale gelir. Zira, alacağı devralan kişi evvelki alacaklının yerine geçer ve borçludan ifayı istemek gerektiğinde de borçluyu ifaya zorlamak artık onun hakkı olur. Ne var ki; üçüncü kişinin borçluyu ( arsa sahibini ) hasım göstererek açacağı davada borçlu, temlik yapılmamış olsaydı eski alacaklısına ( yükleniciye ) ne gibi def’ilerde bulunmak hakkına haiz idi ise, bu def’ileri yeni alacaklıya ( hakkı temellük eden üçüncü kişiye ) karşı da ileri sürebilir ( BK m. 167 ). Kısaca bu gibi davalarda üçüncü kişi temlik işleminin varlığını yükleniciye, alacağının kazanıldığını ise arsa sahiplerine karşı ispat etmek zorundadır. 0 yüzden, denilebilir ki temlik işlemine dayalı davalarda arsa sahipleri ile yüklenici arasında zorunlu dava arkadaşlığı vardır. Davanın arsa sahibi ve yükleniciye karşı açılması ve bunlar arasında zorunlu dava arkadaşlığı bulunması sebebiyle yüklenici ve arsa sahiplerinin davadaki varlığı ayrı ayrı düşünülemez. Çekişmenin esası hakkındaki hükmün bunların tamamına karşı kurulması gerekir.
Mahkemece yapılan bu saptama bir yana bırakılarak yüklenici hakkındaki davanın işlemden kaldırılması, diğer davalılar hakkındaki davanın reddi yukarıdan beri yapılan açıklamalara uygun düşmemiştir. Kaldı ki, dosyanın yüklenici yönünden işlemden kaldırılmasına karar verilmesinden sonra 10.12.2009 tarihinde davacı yüklenici hakkındaki davayı da yenilemiştir.
Bütün bunlardan sonra yapılması gereken iş; davacının yenileme talebi de dikkate alınarak her iki davalı yönünden de uyuşmazlığın esası hakkında karar vermek olmalıdır.
Hüküm açıklanan sebeplerle bozulmalıdır.
Kabule göre de; dava yüklenici ile sözleşme yapan muris Faruk’un mirasçısı Süreyya tarafından açılmış olup, karar başlığında davacı olarak görülen Faruk’un diğer mirasçıları M.Fatih ve Y.Emre’nin usulüne uygun olarak açılmış bir dava ile davada yer almaları sağlanmadığından davacı olarak görülmeleri de yerinde değildir.
SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan nedenlerle ( BOZULMASINA ), peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatıranlara iadesine, 01.11.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
15. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/5088
K. 2011/2837
T. 10.5.2011
• İHALE SONUCU YÜKLENİLEN LİSE İNŞAATI ( İdarenin Fazla Ödeme Yaptığına İlişkin İddia – Fazla Ödeme Yapılmasına Sebebiyet Veren Belgeleri İmzalayanların İhmal ve Kusurlarının Bulunması Halinde Yapılan Fazla Ödemeden Sorumlu Olacağı )
• ESER SÖZLEŞMESİ ( İdarenin Fazla Ödeme Yaptığına İlişkin İddia – Görevliler Tarafından Yapılması Gereken İşlemlerle Yapılan İşlemlerin Karşılaştırılak İhmal ve Kusurlarının Bulunup Bulunmadığının Tespit Edileceği )
• FAZLA ÖDEMENİN TAHSİLİ TALEBİ ( Eser Sözleşmesinde İdarenin Fazla Ödeme Yaptığına İlişkin İddia – Fazla Ödeme Yapılmasına Sebebiyet Veren Belgeleri İmzalayanların İhmal ve Kusurlarının Bulunması Halinde Yapılan Fazla Ödemeden Sorumlu Olacağı )
• İDARENİN ZARARA UĞRATILMASI ( Eser Sözleşmesi – Görevliler Tarafından Yapılması Gereken İşlemlerle Yapılan İşlemlerin Karşılaştırılarak Fazla Ödemenin Yapılmasında İhmal ve Kusurlarının Bulunup Bulunmadığının Tespit Edileceği )
818/m.355
2886/m.35/a
ÖZET : Dava, ihale sonucu yüklenilen lise inşaatı işine ait sözleşme ile aynı okulun ikmal inşaatı işine ait sözleşmeden kaynaklanmıştır. Davada, her iki işten dolayı davalı şirkete fazla ödeme yapıldığı iddia edilerek bu miktar alacağın davalı şirketten ve sorumluluğu bulunan idare elemanlarından müştereken ve müteselsilen tahsili istenmiştir. Yasa ve yönetmelik hükümlerine göre; fazla ödeme yapılmasına sebebiyet veren belgeleri imzalayanlar, ihmal ve kusurlarının bulunması halinde yapılan fazla ödemeden sorumlu olacaklardır. Sorumluluğun tespiti için; öncelikle imzalanan belgelerin fazla ödemeye sebebiyet veren belgelerden olup olmadığının belirlenmesi gerekir. her bir görevli tarafından yapılması gereken işlemlerle yapılan işlemlerin karşılaştırılarak fazla ödemenin yapılmasında ve idarenin zarara uğratılmasında ihmal ve kusurlarının bulunup bulunmadığının, ihmal ve kusurları varsa sorumlu oldukları miktarın tespiti gerekir.
DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı hükmün temyizen tetkiki davacılar vekili ile davalılar M… İnş. Turz. M… ve İhr. Ltd. Şti., S. S. T. ve H. H. A. vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dosyadaki kağıtlar okundu gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Dava, Polatlı E… A… Lisesi İnşaatı işine ait 19.01.2001 tarihli sözleşme ile aynı okulun ikmal inşaatı işine ait 17.12.2003 tarihli sözleşmeden kaynaklanmıştır. Davada, her iki işten dolayı davalı şirkete 2002 yılı fiyatlarıyla toplam 287.364,00 TL fazla ödeme yapıldığı iddia edilerek bu miktar alacağın davalı şirketten ve sorumluluğu bulunan idare elemanlarından müştereken ve müteselsilen tahsili istenmiştir. Mahkemece davalı şirket ile davalılar S. S. T. ve H. H. A. hakkındaki davanın kısmen kabulüne, diğer davalılar hakkındaki davanın reddine dair verilen karar davacı Milli Eğitim Bakanlığı ve Bayındırlık ve İskan Bakanlığı vekilleri ile davalılar M… İnş.Turz. Mob.ve İhr. Ltd. Şti., S. S.. T. ve H. H. A. vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya kapsamından;
Polatlı E… L… İnşaatı işinin 2886 Sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 35/a maddesi uyarınca kapalı teklif usulüyle ihaleye çıkarıldığı; İl Özel İdaresi adına Ankara Valiliği ile yüklenici M… İnş. Turz. Mob. ve İhr. Ltd. Şti. arasında Ankara 35. Noterliği’nin 19.01.2001 günlü 3066 sayılı sözleşmesinin imzalandığı; bu sözleşmeyle davalı şirketin 800.000,00 TL keşif bedelli yapım işini %10,12 tenzilatla üstlendiği; sözleşmede bitiş tarihinin 30.11.2001 olarak kararlaştırıldığı; Ankara Valiliği İl Daimi Encümeni’nin 31.07.2002 tarihli 637 esas ve karar sayılı kararı ile %30 oranında keşif artışı verilmesine ve %30 artışa tekabül eden işler tamamlandıktan sonra işin tasfiye edilmesine karar verildiği; Encümenin 11.09.2002 tarih 800 esas ve karar sayılı kararıyla ödenek diliminin 2001 yılı için 364.382, 01 TL, 2002 yılı için 675.617,98 TL olarak revize edildiği, 63 gün süre uzatımı verilerek işin bitiş tarihinin 14.10.2002 olarak belirlendiği; Encümenin 20.11.2002 tarih 1130 esas ve karar sayılı kararı ile de ödenek yetersizliğinden 39 gün süre uzatımı verildiği ve işin bitiş tarihinin 22.11.2002 olarak belirlendiği; işin verilen ek sürede bitirilerek 21.11.2002 tarihinden itibar edilmek üzere tasfiye kabulünün yapıldığı ve tasfiye kabul tutanağının 28.11.2002 tarihinde onaylandığı; sözleşme konusu işlerle ilgili 9 adet ara hakediş ile 09.12.2002 tarihli ve 10 nolu bir adet kesin hakediş düzenlendiği, %30 keşif artışının dışında işler de yapılmış olduğundan bu işlerle ilgili ek sözleşme ( sulhname ) imzalandığı ve 09.12.2002 tarihli ve 10 nolu bir adet sulhname hakedişi düzenlendiği; davacı şirkete kesin hakedişle 5.157,65 TL ( KDV dahil ), sulhname hakedişiyle 53.487,41 TL ( KDV dahil ) ödeme yapılmasının kararlaştırıldığı; hakedişlerin itirazsız imzalanarak onaylandığı, kesin hesap fişinin de 27.12.2002 tarihinde onaylandığı ve bu şekilde kesin hesabın kapatıldığı,
İkmal inşaatı işinin ise; 4734 Sayılı Kamu İhale Kanunu’nun 18/a maddesi uyarınca açık ihale usulüyle ihaleye çıkarıldığı; Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü adına Ankara Valiliği ile yüklenici M… İnş.Turz.M..ve İhr.Ltd.Şti. arasında Ankara 35. Noterliği’nin 17.12.2003 günlü 26488 sayılı sözleşmesinin imzalandığı; sözleşmeyle davalı şirketin ikmal inşaatını anahtar teslimi götürü bedel esasıyla 590.000,00 TL + KDV’ye üstlendiği; sözleşmede işin bitiş tarihinin 29.12.2003 olarak kararlaştırıldığı; Ankara ili Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü Süre Uzatım Komisyonu’nun 09.01.2004 tarihli kararıyla 01.04.2004 tarihinden itibaren 4 gün süre uzatımı verilerek işin bitiş tarihinin 04.04.2004 olarak belirlendiği; verilen ek sürede işin tamamlanarak 04.04.2004 tarihinden itibar edilmek üzere geçici kabulün yapıldığı ve geçici kabul tutanağının 14.04.2004 tarihinde onaylandığı; işle ilgili 2 adet ara hakediş düzenlendiği, kesin hakediş düzenlenmediği anlaşılmaktadır.
Dava dilekçesinde fazla ödeme iddiası Bayındırlık ve İskan Bakanlığı müfettişlerince düzenlenen 17.09.2004 tarihli ön inceleme raporuna dayandırılmıştır.
Müfettişe sunulan 17.05.2004 tarihli bilirkişi kurulu raporunda; Polatlı E… L… inşaatı işinde 2003 yılı fiyatlarıyla 462.285,70 TL + KDV, 2004 yılı fiyatlarıyla 536.251,42 TL + KDV, ikmal inşaatı işinde de 2003 yılı fiyatlarıyla 71.899,50 TL + KDV, 2004 yılı fiyatlarıyla 83.403,42 TL + KDV fazla ödeme bulunduğu bildirilmiştir.
Müfettişlerce düzenlenen ön inceleme raporunda ise; değerlendirme geçici kabulün yapıldığı 2002 ve 2004 yılları birim fiyatlarıyla yapılmış, Polatlı E… L… inşaatı işinde 2002 yılı fiyatlarıyla 265.923,71 TL ( KDV dahil ), ikmal inşaatı işinde ise 2004 yılı fiyatlarıyla 70.547.04 TL ( KDV dahil ) fazla ödeme bulunduğu bildirilmiştir. Müfettişlerce 19.01.2001 tarihli sözleşmeye konu işte: yüklenici şirkete verilen süre uzatımlarının usulsüz olup akdi ve yasal dayanağının bulunmadığı, seviye tespit tutanaklarının yasalara uygun yapılmadığı, tartı tutanağına dayalı imalat miktarlarının gerçeği yansıtmadığı, okul bahçesi ve çevre tanzimine ilişkin imalatların projesine uygun yapılmadığı, yapılan işlerin hileli, eksik, hatalı ve kusurlu olduğu, sahte belgeler düzenlenerek yapılmayan işlerin yapılmış gibi gösterildiği, hakedişlerdeki metrajın abartılı olup gerçeği yansıtmadığı, birim fiyatı bulunan imalatlar için gereksiz yere yüksek bedelli yeni fiyat tutanakları tanzim edildiği, analizlerin yapılan imalata uymadığı ve piyasa fiyatlarına göre çok yüksek olduğu, ödemelerin hatalı pozdan yapıldığı, projesine uygun yapılmayan işlerin uygun yapılmış gibi gösterildiği belirtildikten sonra, hakedişlerde ödemelere esas alınan metrajlarla müfettişlikçe saptanan metrajlar karşılaştırılarak her bir pozdan ve imalat kaleminden ne miktar fazla ve eksik ödeme yapıldığı 49 kalem halinde sayılmış, fazla ödeme sebebleri de her bir hakediş bakımından tek tek açıklanmış ve sorumlular gösterilmiştir. Müfettişlerce 17.12.2003 tarihli sözleşmeye konu işte ise: inşaatın çevre tanzimi ve inşaat imalatlarından kazı, grebeton, demirsiz beton, betonarme betonu, blokaj, kalıp, kalıp iskelesi, demir döşemesi, çeşitli demir işleri, harpuşta, bordür, taraklı mozaik imalatlarının projesine uygun yapılmadığı belirtilerek fazla ödeme nedenleri her bir hakediş yönünden ayrı ayrı açıklanmış ve sorumlular gösterilmiştir.
Dava dilekçesindeki ve müfettiş raporundaki iddialar dikkate alındığında taraflar arasındaki uyuşmazlık konularının; yapılan işlerin metrajına, ödemelerin doğru pozdan yapılıp yapılmadığına, sözleşme eki BİGŞ’nin 20. maddesine göre saptanan birim fiyatların yerinde olup olmadığına, işlerin proje, şartname ve mahal listesine uygun yapılıp yapılmadığına, eksik ve kusurlu olup olmadığına, fazla ödeme bulunup bulunmadığına ilişkin olduğu anlaşılmaktadır.
Dava dilekçesinde geri ödenmesi istenen alacağın hangi sözleşmeden kaynaklandığı açıklanmamıştır. Uyuşmazlık farklı imalatları ihtiva eden ve farklı tarihlerde geçici kabulü yapılan iki ayrı sözleşmeden ve sulh protokolünden kaynaklandığından iddia olunan 287.364,00 TL fazla ödemenin ne miktarının 19.01.2001 tarihli sözleşmeden, ne miktarının %130 dışı işlerle ilgili sulh protokolünden, ne miktarının da 17.12.2003 tarihli sözleşmeden kaynaklandığının davacıya açıklattırılması ve iddiaların her üç sözleşme konusu iş yönünden ayrı ayrı incelenmesi gerekir.
Davalı idare elemanları ile yüklenici şirket yetkilileri hakkında gerçek dışı hakediş raporları ve ödeme belgeleri düzenlemek, görevi ihmal ve kurumun zararına neden olmak, kamu kurumuna karşı dolandırıcılık suçlarından kamu davası açılmış, yapılan yargılama sonunda Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 18.03.2010 tarih 2005/139 E. – 2010/66 K. sayılı ilamı delil yetersizliğinden sanıkların beraatına karar verilmiştir. Dosya kapsamından kararın kesinleşip kesinleşmediği anlaşılamamaktadır. Üç kişilik bilirkişi kurulu tarafından düzenlenip ceza mahkemesine sunulan 08.06.2009 tarihli raporda; dava konusu Polatlı E… L…İnşaatı ve ikmal inşaatı ile ilgili olarak müfettiş raporundaki ve bu raporun dayanağı olan 17.05.2004 tarihli bilirkişi kurulu raporundaki iddialar tartışılmış, inşaatın projesine, şartnamesine ve mahal listesine uygun yapıldığı, hakedişlerle bedeli ödenen imalat poz ve metrajlarının doğru olduğu, müfettişlerce metrajın eksik ve hatalı hesaplandığı, eksik ve fazla ödeme bulunmadığı bildirilmiştir.
Eldeki davada alınan 30.03.2007 tarihli raporda; müfettiş raporu genel olarak benimsenmiş, metrajlardaki ölçü ve katsayı fazlalıkları düzeltilerek 2002 yılı fiyatlarıyla 140.128,98 TL ( KDV dahil ) fazla ödeme bulunduğu belirtilmiş, tarafların itirazı üzerine alınan 26.03.2008 tarihli ek raporda ise; yeniden düzeltmeler yapılarak fazla ödeme tutarı 155.902,21 TL’ye ( KDV dahil ) çıkarılmıştır.
Mahkemece ek rapor esas alınarak hüküm tesis edilmiş ise de, hükmün dayanağı olan rapor, ceza yargılamasında alınan raporla önemli derecede çelişkili olduğundan hüküm tesisi için yeterli bulunmamaktadır. BK.’nın 53.maddesi uyarınca ceza yargılamasında verilen beraat kararları hukuk hakimini bağlamaz ise de, ceza mahkemesinin maddi olguların tespitine ilişkin kararları hukuk hakimini bağlamaktadır. Uyuşmazlık konuları hakkında sağlıklı bir sonuca varılması keşif yapılmasını da zorunlu kılmaktadır.
O halde mahkemece ceza yargılaması sonucu verilen kararın kesinleşmesi beklenmeli; uzman ve deneyimli kişilerden oluşturulacak bilirkişi kurulu ile mahallinde keşif yapılarak ceza dosyasındaki deliller ve kesinleşen maddi olgular da değerlendirilmek suretiyle rapor alınmalı; her bir sözleşme konusu işte ödemelere esas alınan metrajlarla müfettişlikçe saptanan metrajlar karşılaştırılarak ihtilaflı olanlar mahallinde fiilen ölçüm yapılmak, fiilen ölçümü mümkün olmayanlar ise tasdikli projeler ile aksi kanıtlanamayan röleve, ataşman, tutanak vs. belgeler değerlendirilmek suretiyle belirlenmeli; birim fiyatlı sözleşmeler yönünden BİGŞ.nin 20. maddesi uyarınca oluşturulmuş yeni birim fiyatların sözü edilen maddedeki sıralama izlenerek usulüne uygun şekilde oluşturulup oluşturulmadığı denetlenmeli, usulsüz görülenler için yöntemine uygun şekilde yeniden birim fiyat tespiti yapılmalı; projesine aykırı ya da eksik-kusurlu imalat bulunup bulunmadığı, açık ayıplar yönünden talep hakkının düşüp düşmediği araştırılmalı; götürü bedelli ikmal inşaatı yönünden işin gerçekleşme seviyesi belirlenmeli; şayet varsa projesine aykırı ya da eksik-kusurlu işler nedeniyle ne miktar fazla ödeme yapılmış olduğu her sözleşme bakımından ayrı ayrı belirlenmeli; saptanan metraj, birim fiyat ve diğer verilere göre 19.01.2001 tarihli sözleşmeye konu %130 dahilindeki işlerin bedeli sözleşmesindeki fiyata, götürü bedelli ise fiziki orana, sulh protokolüne konu %130 ‘u aşan işlerin bedeli imalatın gerçekleştirildiği tarihteki mahalli rayiçlerine göre belirlenerek, 17.12.2003 tarihli sözleşmeye konu ikmal inşaatının sözleşme fiyatlarıyla ayrı ayrı kesin hesabı çıkarılmalı; alınan rapor denetlenerek sonucuna göre karar verilmelidir.
İdare elemanlarının fazla ödemeden sorumlu tutulup tutulmayacağı, kimlerin ne miktar sorumlu olduğu konusuna gelince; bu konuda kanun ve yönetmeliklerde muhtelif hükümler mevcuttur.
1050 Sayılı Genel Muhasebe Kanunu’nun 20/E maddesinde “Adı ne olursa olsun bir komisyon veya kurul gibi bir organ ya da uzman bir görevli tarafından düzenlenen keşif, tutanak, rapor, karar ve benzeri belgelere dayanılarak yapılan ödemelerde Sayıştay’ca saptanacak sorumluluğa tahakkuk memuru ve saymanla birlikte söz konusu belgeleri düzenleyen ve onaylayan kişiler de katılır” düzenlemesine yer verilmiştir. Bu düzenlemeye göre fazla ödeme yapılmasına sebebiyet veren belgeleri düzenleyenler ve onaylayanlar yapılan fazla ödemeden tahakkuk memuru ve saymanla birlikte sorumlu olmaktadır.
2886 Sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 86. maddesinde “İhale, muayene ve kabul komisyon veya heyetlerinin başkan ve üyeleri ile diğer ilgililer, görevlerini kanuni gereklere göre tarafsızlıkla yapmadıkları ve taraflardan birisinin zararına yol açacak ihmal ve kusurlu hareketlerde bulunduklarının tespiti halinde haklarında disiplin cezası uygulanacağı gibi …ceza kovuşturması da yapılır. Ayrıca tarafların bu yüzden uğradıkları zarar ve ziyan da kendilerine ödettirilir.” 87. maddenin 3. bendinde ise “işin nezareti kendisine tevdi edilen mühendis, mimar ve memurlar hakkında da ayrıca bu Kanun’un 86. maddesi uygulanır.”,
4735 Sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu’nun 28. maddesinde “Muayene ve kabul komisyonlarının başkan ve üyeleri, yapı denetim görevlileri ve ihtiyacın karşılanma sürecindeki her aşamada görev alan diğer ilgililerin, görevlerini kanuni gereklere uygun ve tarafsızlıkla yapmadıklarının, taraflardan birinin zararına yol açacak ihmalde veya kusurlu hareketlerde bulunduklarının tespiti halinde, haklarında ilgili mevzuatları gereğince disiplin cezası uygulanır. Ayrıca,…tarafların uğradıkları zarar ve ziyan genel hükümlere göre kendilerine tazmin ettirilir…”, 31. maddesinde de “Yapı denetimini yerine getiren idare görevlileri, denetim eksikliği nedeniyle işin fen ve sanat kurallarına uygun olarak yapılmamasından ortaya çıkan zarar ziyandan …yüklenici ile birlikte müteselsilen sorumludur…”
Emanet İşleri Yönetmeliği’nin 6. maddesinde de “Emanet komisyonu uhtesine tevdi edilen işin fenni ve hukuki esaslara uygun olarak yürütülmesinden ve işin proje ve şartnamelere uygun olarak yapılmasından sorumludur” hükümlerine yer verilmiştir.
Bayındırlık İşleri Kontrol Yönetmeliği’nde; kontrol örgütünün kontrol amiri, kontrol şefi, kontrol mühendisi, kontrol yardımcısı ve sürveyandan oluştuğu belirtilerek görev, yetki ve sorumlulukları açıklanmış, bu kişilerin imzaladıkları evrakların içeriğinden ve sonuçlarından sorumlu oldukları belirtilmiştir.
Yukarıda belirtilen yasa ve yönetmelik hükümlerine göre; fazla ödeme yapılmasına sebebiyet veren belgeleri imzalayanlar, ihmal ve kusurlarının bulunması halinde yapılan fazla ödemeden sorumlu olacaklardır. Sorumluluğun tespiti için; öncelikle imzalanan belgelerin fazla ödemeye sebebiyet veren belgelerden olup olmadığının belirlenmesi gerekir.
Kaynaklanma sebebine göre fazla ödemeye sebebiyet veren belgelerin neler olduğu değişebilecektir. Örneğin fazla ödeme birim fiyatlardan veya hatalı poz uygulamasından kaynaklanmışsa yeni birim fiyat tutanakları ve analizleri; metrajdan kaynaklanmışsa röleve, ataşman, yeşil defter, metraj listeleri, tartı tutanakları; işin eksik ve kusurlu yapılmasından kaynaklanmışsa geçici kabul tutanakları ve sair belgeler ara ve kesin hakedişler ile kesin hesap fişi yanında fazla ödemeye sebebiyet veren belgeler olabilecektir. İkinci olarak bu belgeleri imzalayanların hangi ünvan ve sıfatla imzaladıklarının belirlenmesi, o ünvan ve sıfattaki kişilerin yetki görev ve sorumlulukların neler olduğunun da kuruluş kanunları, tüzük, yönetmelik ve yönerge hükümlerine göre açıklığa kavuşturulması, bundan sonra her bir görevli tarafından yapılması gereken işlemlerle yapılan işlemlerin karşılaştırılarak fazla ödemenin yapılmasında ve idarenin zarara uğratılmasında ihmal ve kusurlarının bulunup bulunmadığının, ihmal ve kusurları varsa sorumlu oldukları miktarın tespiti gerekir. Mahkemece hakkında ret kararı verilenler yönünden yapılan inceleme eksiz ve yetersizdir.
Açıklanan nedenlerle kararın bozulması uygun bulunmuştur.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle kararın temyiz eden davacı Milli Eğitim Bakanlığı ve Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile davalılar M… İnş. Turz. M…ve İhr. Ltd. Şti., S. S. T. ve H. H. A. yararına BOZULMASINA, fazla alınan temyiz peşin harcının istek halinde temyiz eden davalılar M… İnş. Turz. M.. ve İhr. Ltd. Şti., S. S. T. ve H. H. A.’a geri verilmesine, 10.05.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
16. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/5375
K. 2009/5466
T. 15.9.2009
• KADASTRO TESPİTİNDEN DOĞAN DAVA ( Davacının Taşınmazların Babasından İntikal Ettiğini İleri Sürerek Delillerini Bildirdiği – Mahkemece İşin Esasına Girilerek Davacıya Delillerini Hasretmesi İçin Yeterli Önel Verilmesi Gereği )
• DELİL BİLDİRİLMESİ ( Kadastro Tespitinden Doğan Dava/ Davacının Taşınmazların Babasından İntikal Ettiğini İleri Sürerek Delillerini Bildirdiği – Mahkemece İşin Esasına Girilerek Davacıya Delillerini Hasretmesi İçin Yeterli Önel Verilmesi Gereği )
3402/m.28
ÖZET : Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan davada; çekişmeli taşınmazlar irsen intikal, taksim ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalı adına tespit edilmiştir. Somut olayda davacı taşınmazların babasından intikal ettiğini ileri sürerek dava sebebini göstermiş ve dilekçenin deliller bölümünde ise tanık beyanları, eski tapu kayıtları, veraset ilamı vs. yasal deliller demek suretiyle delillerini de bildirmiş olduğuna göre, mahkemece işin esasına girilerek, davacıya delillerini hasretmesi için yeterli önel verilmesi, tarafların hasrettikleri deliller toplandıktan sonra, çekişmeli taşınmazların başında keşif yapılmak suretiyle tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre hüküm kurulması gerekir.
DAVA : Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR : Kadastro sırasında 287 ada 71 ve 75 parsel sayılı 977.74 ve 1293.85 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlar, irsen intikal, taksim ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalı adına tespit edilmiştir. Davacı Salih, yasal süresi içerisinde taşınmazların ortak muristen geldiği ve taksim edilmediği iddiasına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın açılmamış sayılmasına ve çekişmeli 287 ada 71 ve 75 parsel sayılı taşınmazların tespit gibi tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı Salih tarafından temyiz edilmiştir.
Çekişmeli taşınmazlar irsen intikal, taksim ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalı adına tespit edilmiştir. Davacı, taşınmazların ortak muristen geldiği ve taksim edilmediği iddiasına dayanmış, dava dilekçesinde delil olarak tanık beyanı, nüfus kayıtları ve veraset ilamını göstermiştir. Davalı ise cevap dilekçesinde, 23.05.1988 tarihli hibe senedini mahkemeye ibraz etmiştir. Mahkemece davacının ilk oturuma gelmediği gibi adına çıkartılan duruşma gün ve saatini bildirir meşruhatlı davetiyeye rağmen ilk oturuma kadar delillerini bildirmediği kabul edilerek davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 28/2. maddesinde “davacı gerçek ve tüzel kişiler dava sebep ve delillerini dilekçelerinde bildirmek zorundadır. Dilekçede bu husus bildirilmemişse hakim gönderilecek davetiye ile dava sebep ve delillerini bildirmesini davacıya tebliğ eder, davacı ilk duruşma oturumuna kadar dava sebep ve delillerini dilekçesiyle veya ilk oturuma gelmek suretiyle bildirmez ise hakim davanın açılmamış sayılmasına ve tespit gibi tescile karar verir. Bu hüküm davetiyede açıkça belirtilir.” hükmü yer almaktadır.
Somut olayda davacı taraf dava dilekçesinde taşınmazların babası Cemal’den intikal ettiğini ileri sürerek dava sebebini göstermiş ve dilekçenin deliller bölümünde ise tanık beyanları, eski tapu kayıtları, veraset ilamı vs. yasal deliller demek suretiyle delillerini de bildirmiş olduğuna göre, mahkemece işin esasına girilerek, davacıya delillerini hasretmesi için yeterli önel verilmesi, tarafların hasrettikleri deliller toplandıktan sonra, çekişmeli taşınmazların başında keşif yapılmak suretiyle tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre hüküm kurulması gerekirken 3402 sayılı Yasa’nın 28/2. maddesine ve dosya kapsamına yanlış anlam verilerek yazılı biçimde hüküm kurulmuş olması isabetsiz temyiz olup,
SONUÇ : İtirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün ( BOZULMASINA ), 15.09.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
16. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/624
K. 2010/2816
T. 9.4.2010
• KADASTRO TESPİTİNDEN DOĞAN DAVA ( Toprak Komisyonu Haritası İle Kadastro Paftası Ölçekleri Eşitlenerek Çakıştırılmak Suretiyle Taşınmazın Toprak Komisyonu Haritası Kapsamında Kalıp Kalmadığının Belirleneceği )
• TAŞINMAZIN TOPRAK KOMİSYONU HARİTASI KAPSAMINDA KALIP KALMADIĞININ BELİRLENMESİ ( Kadastro Tespitinden Doğan Dava – Öncelikle Toprak Komisyonu Haritası İle Kadastro Paftası Ölçekleri Eşitlenerek Çakıştırılacağı )
• BİLİRKİŞİ RAPORU ( Kadastro Tespitinden Doğan Dava – Teknik Bilirkişiden Keşfi ve Uygulamayı İzlemeye Elverişli Ayrıntılı ve Gerekçeli Rapor Alınacağı )
3402/m. 14,16
ÖZET : Kadastro tespitinden doğan davada; öncelikle toprak komisyonu haritası ile kadastro paftası ölçekleri eşitlenerek çakıştırılmak suretiyle taşınmazın Toprak Komisyonu haritası kapsamında kalıp kalmadığı belirlenmeli, toprak tevzi parseline ait belirtmelik tutanağında sözü edilen kayıtlar getirtilip uygulanmak suretiyle taşınmazın kaçak ve yitik kişilerden kalıp kalmadığı, zilyetlikle kazanılıp kazanılmayacağı üzerinde durulmalı, yerel bilirkişi ve tanık sözleri komşu parsellere ait tutanaklar ve dayanakları olan kayıtlarla denetlenmeli, teknik bilirkişiden keşfi ve uygulamayı izlemeye elverişli ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınmalıdır.
DAVA : Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR : Kadastro sırasında 101 ada 5 parsel sayılı 5106,50 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalı Murat adına tespit edilmiştir. Davacı Hazine, yasal süresi içinde taşınmazın kaçak ve yitik kişilerden kaldığı ve bölgede Toprak Tevzi Komisyonunca oluşturulan tapu kayıtlarının bulunduğu iddiası ile dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın reddine ve çekişmeli 101 ada 5 sayılı parselin tespit gibi tesciline karar verilmiş, hüküm davacı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece çekişmeli taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olmadığı, kaçak ve yitik kişilerden kalmadığı, zilyetlikle mülk edinme koşullarının davalı yararına gerçekleştiği kabul edilmek suretiyle hüküm kurulmuş ise de; yapılan araştırma, inceleme ve uygulama hüküm vermeye yeterli bulunmamaktadır. Bölgede 1962 tarihinde Toprak Komisyonunca çalışmalar yapıldığı anlaşılmasına rağmen Toprak Komisyonunca düzenlenen belirtmelik tutanakları, haritaları ile, komşu parsellerin tutanakları ve dayanağı olan belgeler getirtilip uygulanmamıştır. Doğru sonuca ulaşılabilmesi için, toprak komisyonunun belirtmelik tutanakları, haritaları ile komşu parsellerin dayanağı olan belgeler getirtilip dosya tamamlandıktan sonra, uzman fen, ziraat mühendisi ve mahalli bilirkişilerden oluşturulacak heyetle mahallinde yeniden keşif yapılarak, öncelikle toprak komisyonu haritası ile kadastro paftası ölçekleri eşitlenerek çakıştırılmak suretiyle taşınmazın Toprak Komisyonu haritası kapsamında kalıp kalmadığı belirlenmeli, toprak tevzi parseline ait belirtmelik tutanağında sözü edilen kayıtlar getirtilip uygulanmak suretiyle taşınmazın kaçak ve yitik kişilerden kalıp kalmadığı, zilyetlikle kazanılıp kazanılmayacağı üzerinde durulmalı, yerel bilirkişi ve tanık sözleri komşu parsellere ait tutanaklar ve dayanakları olan kayıtlarla denetlenmeli, teknik bilirkişiden keşfi ve uygulamayı izlemeye elverişli ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınmalı, bundan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
SONUÇ : Mahkemece eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması isabetsiz olup, davacı Hazine vekilinin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün ( BOZULMASINA ), 09.04.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/1770
K. 2010/8494
T. 19.10.2010
• İSTİHKAK İDDİASI ( Tüzel Kişiyi Temsile Yetkisi Olmayan Kişinin Beyanı İstihkak İddiası Olarak Kabul Edilemeyeceği )
• TÜZEL KİŞİYİ TEMSİLE YETKİSİ OLMAYAN KİŞİNİN BEYANI ( İstihkak İddiası Olarak Kabul Edilemeyeceği )
• İSTİHKAK DAVASININ DİNLENME ÖNKOŞULU ( Malın 3. Kişi Elinde Haczedilmesi Üzerine 3. Kişi Tarafından Haczedilen Mal Üzerinde Mülkiyet veya Rehin Hakkı Gibi Sınırlı Bir Ayni Hakka vs. Dayanarak İstihkak İddiasında Bulunulması Olduğu )
2004/m.96/3,99
ÖZET : Dava, alacaklının İİK’nun 99. maddesine dayalı olarak açtığı istihkak iddiasının reddi istemine ilişkindir. Bu tür davaların dinlenebilmesi için ön koşul, malın 3. kişi elinde haczedilmesi üzerine 3. kişi tarafından haczedilen mal üzerinde mülkiyet veya rehin hakkı gibi sınırlı bir ayni hakka vs. dayanarak istihkak iddiasında bulunulmasıdır. Tüzel kişilerde istihkak iddiası tüzel kişiyi temsile yetkili organlarca ileri sürülebilir. Tüzel kişiyi temsil yetkisi olmayan kişinin yaptığı iddia, geçerli bir istihkak iddiası sayılmaz. Dava konusu yapılan haciz sırasında 3. kişi yararına istihkak iddiasında bulunan Ahmet’in 3. kişinin çalışanı ( aşçısı ) olduğu 3. kişi şirket tarafından bizzat belirtilmiştir. Anılan şahsın, 3. kişi yararına istihkak iddiasında bulunmaya yetkili 3. kişi tüzel kişi şirketin temsilcisi olmadığı sabittir. Davalı 3. kişinin yetkili temsilcisi tarafından hacizden itibaren İİK’nun 96/3. maddesinde belirtilen 7 günlük süre içerisinde yapılmış bir istihkak iddiasında bulunmamaktadır. Bu durumda, mahkemece alacaklı tarafından açılan istihkak davasının, süresinde yapılmış usule uygun bir istihkak iddiası olmadığından, davanın ön koşul yokluğu nedeniyle reddi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki istihkak iddiasının reddi davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalı üçüncü kişi tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı alacaklı vekili, Beyoğlu 1. îcra Müdürlüğü’nün 2007/2388 Esas sayılı dosyasından, borçlu şirketin danışıklı olarak tüm malvarlığını devrettiği 3. kişinin deposunda yapılan 24.04.2007 tarihli haciz sırasında, davalı 3. kişi lehine istihkak iddiasında bulunulduğunu belirterek, tlK’nun 99. maddesine dayalı olarak 3. kişinin istihkak iddiasının reddi ile davanın kabulüne karar verilmesini istemiştir.
Davalı 3. kişi vekili, davalı şirketin 1984 yılında borçlu şirketin ise 1963 yılanda kurulduğunu, her iki şirketin kurucu ortağı Levent’in 2004 yılında ölümünden önce davalı 3. kişi şirketteki hisselerini devrettiğini ve şirketler arasında irtibat bulunmadığını, takip konusu alacağın danışıklı olduğunu ve haksız açılan davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Davalı borçlu, duruşmalara katılmamış ve cevap dilekçesi sunmamıştır.
Mahkemece, davalı 3. kişi ve borçlunun ortakları arasında organik bağ bulunduğu, distribütörlerinin ve çalışanlarının aynı kişilerden oluştuğundan bahisle davanın kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı 3. kişi vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava alacaklının İİK’nun 99. maddesine dayalı olarak açtığı istihkak iddiasının reddi istemine ilişkindir.
Bu tür davaların dinlenebilmesi için ön koşul, malın 3. kişi elinde haczedilmesi üzerine 3. kişi tarafından haczedilen mal üzerinde mülkiyet veya rehin hakkı gibi sınırlı bir ayni hakka vs. dayanarak istihkak iddiasında bulunulmasıdır. Tüzel kişilerde istihkak iddiası tüzel kişiyi temsile yetkili organlarca ileri sürülebilir. Tüzel kişiyi temsil yetkisi olmayan kişinin yaptığı iddia, geçerli bir istihkak iddiası sayılmaz.
Somut olayda, dava konusu 24.04.2007 tarihinde yapılan haciz sırasında 3. kişi yararına istihkak iddiasında bulunan Ahmet’in 3. kişinin çalışanı ( aşçısı ) olduğu 3. kişi şirket tarafından bizzat belirtilmiştir. Anılan şahsın, 3. kişi yararına istihkak iddiasında bulunmaya yetkili 3. kişi tüzel kişi şirketin temsilcisi olmadığı sabittir. Davalı 3. kişinin yetkili temsilcisi tarafından hacizden itibaren İİK’nun 96/3. maddesinde belirtilen 7 günlük süre içerisinde yapılmış bir istihkak iddiasında bulunmamaktadır.
Bu durumda, mahkemece alacaklı tarafından açılan istihkak davasının, süresinde yapılmış usule uygun bir istihkak iddiası olmadığından, davanın ön koşul yokluğu nedeniyle reddi gerekirken aksi düşüncelerle yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı 3. kişi vekilinin temyiz itirazlarının kabulüne ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalı 3. kişiye geri verilmesine, 19.10.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/4489
K. 2010/9517
T. 8.11.2010
• TRAFİK KAZASINA DAYALI TAZMİNAT TALEBİ ( ZMMS Genel Şartlarında Satış veya Onarım Gibi Nedenlerle Bırakılan Araçların Kazaya Karışmasının Teminat Dışında Kalacağının Belirtildiği – Davacı Tarafından da Doğrulanan Davalının Bu Yöndeki Beyanlarının Gözetileceği )
• GALERİYE BIRAKILAN ARACIN ÜÇÜNCÜ KİŞİDEYKEN KAZA YAPMASI ( ZMMS Genel Şartlarında Satış veya Onarım Gibi Nedenlerle Bırakılan Araçların Kazaya Karışmasının Teminat Dışında Kalacağının Belirtildiği – Davacı Tarafından da Doğrulanan Davalının Bu Yöndeki Beyanlarının Gözetileceği )
• ZORUNLU MALİ MESULİYET SİGORTASI ( Trafik Kazasına Dayalı Tazminat Davası – Davalı Sigorta Vekilinin Aracın Galeride 3. Kişinin Kullanımı Sırasında Kazaya Karıştığını İddia Ettiği – Bu Hususun Dikkate Alınacağı )
2918/m. 104
ÖZET : Dava, trafik kazasına dayalı tazminat istemine ilişkindir. Davacı, aracına arkadan çarpan aracın zorunlu mali sorumluluk sigortacısına karşı bu davayı açmıştır. Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Mesuliyet Sigortası Genel Şartlarında motorlu araçlarla ilgili mesleki faaliyetlerde bulunan teşebbüslere, gözetim, onarım, bakım, alım-satım, araçta değişiklik yapılması amacı ile veya benzeri bir amaçla bırakılan aracın sebep olacağı zararlara ilişkin her türlü taleplerin teminat dışı olduğu belirtilmiştir. Davalı sigorta vekili, aracın satılmak üzere galeriye bırakıldığı sırada, aracı buradan alan dava dışı üçüncü kişinin kullanımı sırasında kazanın meydana geldiğini ve bu nedenle hasarın yasa ve genel şartlar hükümlerine göre teminat dışı olduğunu savunmuştur. Aracın sürücüsü de bu hususu doğrulamıştır. Bu husus gözetilmelidir.
DAVA : Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hükmün, süresi içinde davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine, dosya incelendi. Gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı vekili, davalının zorunlu mali sorumluluk sigortacısı olduğu aracın kusurlu olarak müvekkilinin aracına çarptığını, müvekkilinin aracının hasarlandığını, ancak davalı sigortanın zararı ödemediğini ileri sürerek, 9.440,00 TL hasar bedelinin avans faiziyle davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, aracın galeriye bırakıldığı sırada alındığı ve kazaya neden olunduğunu, buna göre işletenin değiştiğini, zararın teminat dışı olduğunu savunmuştur.
Mahkemece, davalıya sigortalı araç sürücüsünün tam kusurlu olduğu ve araçta 9.440,00 TL hasar oluştuğu gerekçesiyle, davanın kabulüne, anılan mablağın yasal faiziyle davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı vekilince temyiz edilmiştir.
Dava, trafik kazasına dayalı tazminat istemine ilişkindir. Davacı, aracına arkadan çarpan aracın zorunlu mali sorumluluk sigortacısına karşı bu davayı açmıştır.
Davalı sigorta vekili, müvekkili şirkete zorunlu mali mesuliyet sigorta poliçesiyle sigortalı aracın satılmak üzere galeriye bırakıldığı sırada, aracı buradan alan dava dışı üçüncü kişinin kullanımı sırasında kazanın meydana geldiğini ve bu nedenle hasarın yasa ve genel şartlar hükümlerine göre teminat dışı olduğunu savunmuştur. Aracın sürücüsü de bu hususu doğrulamıştır.
2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 104/1. maddesinde “motorlu araçlarla ilgili mesleki faaliyette bulunan teşebbüslerin sahibi, gözetim, onarım, bakım, alım-satım, araçta değişiklik yapılması amacı ile veya benzeri bir amaçla kendisine bırakılan bir motorlu aracın sebep olduğu zararlardan dolayı; işleten gibi sorumlu tutulur. Aracın işleteni ve araç için zorunlu mali sorumluluk sigortası yapan sigortacısı bu zararlardan sorumlu değildir” denilmektedir. Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Mesuliyet Sigortası Genel Şartları’nın sigorta dışında kalan halleri düzenleyen A/3, maddesinin h bendinde de motorlu araçlarla ilgili mesleki faaliyetlerde bulunan teşebbüslere, gözetim, onarım, bakım, alım-satım, araçta değişiklik yapılması amacı ile veya benzeri bir amaçla bırakılan aracın sebep olacağı zararlara ilişkin her türlü taleplerin teminat dışı olduğu belirtilmiştir.
Somut olayda, mahkemece davalı sigortanın bu savunması üzerinde durulup tartışılmadan eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün bu davalı yararına ( BOZULMASINA ), peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine, 08.11.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
18. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/12768
K. 2011/167
T. 17.1.2011
• BİNA GÜÇLENDİRME MASRAFININ TAHSİLİ ( Bilirkişi Raporunda Güçlendirme İçin Ne Gibi İşlemlerin Yapılması Gerektiğinin Belirtilmediği – Güçlendirme Projesinin Hazırlatılması ve Giderlerin Hesap Edilmesi Gereği/Bilirkişinin Belirlediği Tutarın Avans Olarak Maliklerden Toplanacağı )
• BİLİRKİŞİ RAPORU ( Bina Güçlendirme Masraflarının Tahsili Talebi – Güçlendirme Projesinin Hazırlatılması ve Giderlerin Hesap Edilmesi Gereği/Bilirkişinin Belirlediği Tutarın Avans Olarak Maliklerden Toplanacağı )
• KAT MALİKLERİNDEN AVANS NİTELİĞİNDE OLARAK TOPLANMASI ( Bina Güçlendirme Masraflarının Tahsili Talebi – Yapım Masraflarının Toplanan Tutardan Fazla Olması Durumunda Kalan Kısmın da Kat Maliklerinden Alınması Gereği )
• YÖNETİCİNİN GÖREVLENDİRİLMESİ ( Bina Güçlendirme Masraflarının Tahsili Talebi – Öncelikle Yöneticinin Görevlendirilip Kendisine Uygun Bir Süre Verileceği )
634/m. 20/b, 35
ÖZET : Dava dilekçesinde güçlendirme masrafının kat maliklerinden tahsili, binanın güçlendirilmesinin yapılması için izin verilmesi istenilmiştir. Bilirkişi kurulu raporunda; binanın güçlendirilmesi için ne gibi işlemlerin yapılması gerektiği açıklanmadığı gibi, mahkemece bu güçlendirmeye ilişkin herhangi bir proje de çizdirilmemiştir.
Bu sebeple mahkemece, deprem yönetmeliklerinin esas alınacağı güçlendirme projesinin hazırlatılması, bunun belediyeden onayının sağlanması, bilirkişi kurulunca proje kapsamında güçlendirme için yapılması gereken işlemler ve giderlerin hesap edilmesi, anataşınmazın korunması, onarımı ve bakımı işlerinin yöneticinin bu işi kat maliklerinden toplayacağı avansla yapacağı dikkate alınarak, mahkemece, bilirkişinin saptadığı güçlendirme maliyetinin kat maliklerinden avans niteliğinde olarak toplanması, yapım masraflarının daha fazla olması durumunda kalan kısmın da kat maliklerinden alınması suretiyle güçlendirme yapması hususunda öncelikle yöneticinin görevlendirilmesi, bunun için yöneticiye uygun bir süre verilmesi, yöneticinin yerine getirmemesi halinde davacının yetkili kılınması gerekir.
DAVA : Dava dilekçesinde 15.000 TL güçlendirme masrafının kat maliklerinden tahsili, binanın güçlendirilmesinin yapılması için izin verilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalılardan Fatma, Tomris ve Mete vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup, gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı dava dilekçesinde; 1 numaralı bağımsız bölümün maliki olduğunu, binanın 40 yıl önce temelsiz olarak yapılması nedeniyle, meydana gelen deprem sonrasında duvarlarda ağır çatlaklar oluştuğunu, zeminin çöktüğünü, balkonların ana binadan ayrıldığını, üst kat pervaz betonlarının bahçeye düştüğünü, B… Belediyesi’nce hazırlanan raporda da binanın depreme karşı yüksek riskli olduğunun ve güçlendirilmesi gerektiğinin belirtildiğini, kat maliklerinin ise binanın güçlendirilmesine yanaşmadığını, bu sebeple; güçlendirme için gereken 15.000 TL’nin mahkemece belirlenecek tevdi mahalline yatırılmasına karar verilmesini ve ayrıca, güçlendirme için kendisine yetki verilmesini istemiş, mahkemece; davanın kısmen kabulü ile binanın bilirkişi raporu doğrultusunda güçlendirilmesi için yönetime 30 gün süre verilmesine, yapılmazsa davacı tarafından yapılmasına, 7.100 TL tutarındaki güçlendirme masrafının kat maliklerinden avans olarak tahsiline karar verilmiştir.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası’nın 19. maddesinin ikinci fıkrasında “…ortak yer ve tesislerdeki bir bozukluğun anayapıya veya bağımsız bir bölüme veya bölümlere zarar verdiğinin ve acilen onarılması gerektiğinin veya anayapının güçlendirilmesinin zorunlu olduğunun mahkemece tespit edilmiş olması halinde, bu onarım ve güçlendirmenin projesine ve tekniğine uygun biçimde yapılması konusunda kat maliklerinin rızası aranmaz.” hükmüne yer verilmiştir.
Dosya içerisinde bulunan bilirkişi kurulu raporunda; dava konusu anataşınmazın 12.06.1968 tarihli mimari projesine uygun olarak yapıldığı, davacıya ait 1 numaralı bağımsız bölümde yer döşemelerinde kırılmalar olduğu, duvarlarda çatlaklar oluştuğu, bu çatlaklar nedeniyle bazı duvarların askıda kaldığı, bazı kolon ve kirişlerin arasının açıldığı, bodrum katta ve üst katlarda hasar olmadığı, davacının bağımsız bölümündeki hasarın, inşaat sırasında arka cephedeki 4,6 metrelik kısmın dolguya oturtulup zamanla çökmesinden kaynaklandığı, binanın 2007 tarihli Deprem Yönetmeliği’nde belirlenen esaslar dairesinde deprem güvenliğinin belirlenmesine yönelik hesap ve tahkiklerin yapılması ve sonuçlarının İTÜ Döner Sermaye İşletmesi esaslarına göre hazırlanmış bir teknik raporla bildirilmesi işinin 7.100 TL’ye mal olacağı belirtilmiştir.
Yukarda açıklanan bilirkişi kurulu raporunda; binanın güçlendirilmesi için ne gibi işlemlerin yapılması gerektiği açıklanmadığı gibi, mahkemece bu güçlendirmeye ilişkin herhangi bir proje de çizdirilmemiştir. Kaldı ki, kat maliklerinden tahsiline karar verilen 7.100 TL, binanın güçlendirilmesi için yapılması gereken işlerin bedeli değil, deprem güvenliği ile ilgili hesap ve araştırmalara yönelik teknik raporun düzenlenmesi işi için İTÜ Döner Sermaye İşletmesine ve proje bürosuna verilecek bedeldir.
Bu sebeple mahkemece, deprem yönetmeliklerinin esas alınacağı güçlendirme projesinin hazırlatılması, bunun belediyeden onayının sağlanması, bilirkişi kurulunca proje kapsamında güçlendirme için yapılması gereken işlemler ve giderlerin hesap edilmesi, anataşınmazın korunması, onarımı ve bakımı işlerinin Kat Mülkiyeti Yasası’nın 35. maddesinin ( d ) bendi uyarınca yöneticinin görevleri arasında olduğu, yöneticinin bu işi kat maliklerinden toplayacağı avansla yapacağı dikkate alınarak, mahkemece, bilirkişinin saptadığı güçlendirme maliyetinin kat maliklerinden avans niteliğinde olarak, Yasa’nın 20/b maddesi uyarınca toplanması, yapım masraflarının daha fazla olması durumunda kalan kısmın da kat maliklerinden alınması suretiyle güçlendirme yapması hususunda öncelikle yöneticinin görevlendirilmesi, bunun için yöneticiye uygun bir süre verilmesi, yöneticinin yerine getirmemesi halinde davacının yetkili kılınması gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nın 428. maddesi gereğince ( BOZULMASINA ), temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 17.01.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
18. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/11245
K. 2011/223
T. 18.1.2011
• ANATAŞINMAZIN ÜSTÜNE KAT İLAVE EDİLMESİ ( Bu Konuda Kat Malikleri Kurulunun Oy Birliği İle Karar Vermesi Gerektiği – Mahkemece Yasal Koşulları Bulunmayan Davanın Reddi Gerektiği )
• KAT MALİKLERİ KURULU ( Anataşınmazın Üstüne Kat İlave Edilmesi/Bu Konuda Kat Malikleri Kurulunun Oy Birliği İle Karar Vermesi Gerektiği – Mahkemece Yasal Koşulları Bulunmayan Davanın Reddi Gerektiği )
• OYBİRLİĞİ ( Anataşınmazın Üstüne Kat İlave Edilmesi/Bu Konuda Kat Malikleri Kurulunun Oy Birliği İle Karar Vermesi Gerektiği – Mahkemece Yasal Koşulları Bulunmayan Davanın Reddi Gerektiği )
634/m.44
ÖZET : 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 44. maddesine göre anataşınmazın üstüne kat ilave edilmesi için bu konuda kat malikleri kurulunun oy birliği ile karar vermesi şarttır. Dosyadaki bilgi ve belgelerden anagayrimenkulün kat malikleri kurulunca ana yapının üzerine yeni bir kat ilavesi için alınmış herhangi bir karara dosyada rastlanmamıştır. Bu nedenlerle mahkemece yasal koşulları bulunmayan davanın reddine karar verilmesi gerekir.
DAVA : Temyiz istemlerinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
KARAR : Davacılar vekili dava dilekçesinde, yüklenici ile müvekkilleri arasında düzenlenen gayrimenkul satış vaadi ve inşaat sözleşmesi hükümleri uyarınca anataşınmazın arsası üzerinde bir zemin ile üç normal kattan oluşan ana yapının tamamlanıp yapı kullanma izin belgelerinin alınmasından kısa bir müddet sonra anataşınmazın bulunduğu Pendik İlçesinde imar değişikliği yapılarak bir kat ilave edilmesine izin verildiğinden ana yapının üzerine bir kat daha çıkılarak dört dairenin yapıldığı, bunlardan 18 ve 19 numaralı dairelerin müvekkillerine, 17 ve 20 numaralı dairelerin ise yükleniciye verilmesinin kararlaştırıldığı, sonradan ilave edilen bu dairelerin de yapı kullanma izin belgelerinin alındığı ancak arsa paylarının düzeltilmesi için 2 nolu dairenin maliklerinin muvafakat vermeye yanaşmadıkları ileri sürülerek dava konusu anataşınmazın tapu kaydının bir bodrum, bir zemin ve 4 normal kat olarak düzeltilmesini, mevcut duruma göre arsa paylarının yeniden belirlenmesini, anayapıda bulunan en üst kat 18 nolu dairenin K. A. A. adına, 19 nolu dairenin de Y. A. A. adına hükmen tescilini istemiş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 44. maddesine göre anataşınmazın üstüne kat ilave edilmesi için bu konuda kat malikleri kurulunun oy birliği ile karar vermesi şarttır. Dosyadaki bilgi ve belgelerden anagayrimenkulün kat malikleri kurulunca ana yapının üzerine yeni bir kat ilavesi için alınmış herhangi bir karara dosyada rastlanmamıştır. Bu nedenlerle mahkemece yasal koşulları bulunmayan davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulü yolunda hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 18.01.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
19. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/9321
K. 2011/2744
T. 2.3.2011
• TAŞINMAZ SATIŞ TELLALLIĞI ( Sözleşmesine Dayanan Alacak/İtirazın İptali Davası – Alacağın 1 Yıllık Zamanaşımına Tabi Olduğu )
• İTİRAZIN İPTALİ DAVASI ( Taşınmaz Satış Tellallığından Kaynaklanan Alacak – Alacağın 1 Yıllık Zamanaşımına Tabi Olduğunun Gözetileceği )
• BİR YILLIK ZAMANAŞIMI ( Taşınmaz Satış Tellallığından Kaynaklanan Alacak/İtirazın İptali Davası – Alacağın 1 Yıllık Zamanaşımına Tabi Olduğunun Gözetileceği )
6762/m. 106
2004/m.67
ÖZET : Davacı Taşınmaz Satış Tellallığı Sözleşmesi’nin imzalandığını, davalının müvekkili ile yaptığı anlaşmayı yok sayarak taşınmazı üçüncü kişiye satması nedeniyle Tellallık Sözleşmesi uyarınca ödemesi gereken komisyon ve cezai şart alacağının tahsili amacıyla yapılan takibin vaki itiraz üzerine durduğunu belirterek itirazın iptaline karar verilmesini talep etmiştir. Kanun hükmü uyarınca dava konusu alacağın bir yıllık zamanaşımına tabi olduğu gözetilerek bir karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün davalı vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine, temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Davacı vekili, davalı şirket ile müvekkili şirket arasında 15.07.2004 tarihli Taşınmaz Satış Tellallığı Sözleşmesi’nin imzalandığını, davalının müvekkili ile yaptığı anlaşmayı yok sayarak taşınmazı üçüncü kişiye satması nedeniyle Tellallık Sözleşmesi uyarınca ödemesi gereken komisyon ve cezai şart alacağının tahsili amacıyla yapılan takibin vaki itiraz üzerine durduğunu belirterek itirazın iptaline, takibin devamına, davalının alacağın %40’ından az olmamak koşuluyla icra inkar tazminatına mahkum edilmesine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili, ticari işlerden kaynaklanan tellallık alacağının bir yıllık zamanaşımına tabi olduğunu, dolayısıyla davanın zamanaşımına uğradığını, Tellallık Sözleşmesi’nin sona erdiğini, davacının edimini yerine getirmediğini, sözleşmenin yetkili kişiler tarafından imzalanmadığını, davacının tanıtım faaliyetlerinde bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, satış tellallığının Borçlar Kanunu’nda düzenlenmesi nedeniyle TTK’nın uygulanamayacağı, davalının sözleşmeyi ihlal ederek taşınmazı üçüncü kişiye sattığı belirtilerek davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Türk Ticaret Kanunu’nun 106. maddesine göre “Muamele yapılınca veya mukavele bir şarta bağlı ise şart tahakkuk edince bordroyu vermiş olan tellal ücretini istemek hakkını haizdir. Bu hak muamelenin yapıldığı günden itibaren bir yıl geçince müruruzamana uğrar. Eğer mukavele yapılmaz veya talik olunduğu şart tahakkuk etmezse, tellal, bu işteki teşebbüslerinden dolayı ücret isteyemez.” Anılan Kanun hükmü uyarınca dava konusu alacağın bir yıllık zamanaşımına tabi olduğu gözetilerek bir karar verilmesi gerekirken, Borçlar Kanunu hükümlerine göre yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün ( BOZULMASINA ), peşin harcın istek halinde iadesine, 02.03.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
19. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/1443
K. 2011/4127
T. 30.3.2011
• SIRA CETVELİNE İTİRAZ DAVASI ( İflasın Ertelenmesi Halinde Borçlu Hakkında Takip Yapılamayacağı ve Yapılan Takiplerin Duracağı Yönünde İhtiyati Tedbir Uygulaması Başlayacağı – Yargıtay’ca Hükmün Bozulması Halinde Dahi Yeni Bir Karar Verilene Kadar Tedbirlerin Mevcudiyetini Koruyacağı )
• İFLASIN ERTELENMESİ TALEBİ ( Kabulü Halinde Borçlu Hakkında Takip Yapılamayacağı ve Yapılan Takiplerin Duracağı Yönünde İhtiyati Tedbir Uygulaması Başlayacağı – Yargıtay’ca Hükmün Bozulması Halinde Dahi Yeni Bir Karar Verilene Kadar Tedbirlerin Mevcudiyetini Koruyacağı )
• İHTİYATİ TEDBİR ( İflasın Ertelenmesi Halinde Borçlu Hakkında Takip Yapılamayacağı ve Yapılan Takiplerin Duracağı Yönünde İhtiyati Tedbir Uygulaması Başlayacağı – Yargıtay’ca Hükmün Bozulması Halinde Dahi Yeni Bir Karar Verilene Kadar Tedbirlerin Mevcudiyetini Koruyacağının Gözetileceği )
6762/m. 324
2004/m. 179
ÖZET: Sıra cetveline itiraz davasında, borçlunun iflasın ertelenmesi talebinin kabulü halinde borçlu hakkında takip yapılamayacağı ve yapılan takiplerin duracağı yönünde ihtiyati tedbir uygulaması başlamaktadır. Yargıtay’ca hükmün bozulması halinde dahi, mahkemenin yeni bir karar vermesine kadar bu tedbirlerin mevcudiyetini koruması yasanın amacına ve düzenleniş biçimine uygundur. Bu itibarla, iflas ertelemesine ilişkin kararın bozulması ile tedbirlerin kalkacağına yönelik gerekçe ile bunun dayandığı bilirkişi görüşünde isabet görülmemiştir.
DAVA : Taraflar arasındaki sıra cetveline itiraz davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Şikayetçi vekili borçluya ait taşınmazların satışından sonra düzenlenen sıra cetvelinde üst sıraya alınan Sami’nin alacaklı olduğu takip dosyasından konulan haczin İcra ve İflas Kanunu’nun ( İİK ) 106 ve 110. maddeleri gereği düştüğünü, adı geçenin 19.11.2007 günü tekrar haciz talebinde bulunduğunu; müvekkilinin alacaklı olduğu dosyadan konulan haczin ise 11.11.2003 tarihinde konulduğunu ve satış tarihinde ayakta bulunduğunu ileri sürerek sıra cetvelinin iptaline ve müvekkilinin alacaklı olduğu dosyanın birinci sıraya alınmasına karar verilmesini talep etmiştir.
Şikayet olunan vekili müvekkilinin haczinden sonra borçlunun iflas erteleme talebinde bulunduğunu ve alınan tedbirler nedeniyle haczin düşmediğini bildirerek şikayetin reddi gerektiğini savunmuştur.
İcra Mahkemesi’nce alınan rapor içeriğine göre ilk kesin haczin 30.09.2003 günü şikayet olunanın alacaklı olduğu dosyadan konulduğu, iflasın ertelenmesine ilişkin ihtiyati tedbirin, hükmün Yargıtay’ca bozulduğu 30.12.2004 tarihinde ortadan kalkacağı ve şikayet olunanın da yasal süresi içinde satış istemediği gerekçesiyle şikayetin kabulüne karar verilmiş; hüküm şikayet olunan vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Türk Ticaret Kanunu’nun 324 ve İcra ve İflas Kanunu’nun 179 vd. maddeleri hükümleri uyarınca borçlunun iflasın ertelenmesi talebinin kabulü halinde borçlu hakkında takip yapılamayacağı ve yapılan takiplerin duracağı yönünde ihtiyati tedbir uygulaması başlamaktadır. Karardan önce de, mahkemece gerek görülmesi halinde, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 100 vd. maddeleri uyarınca tensiben ya da ara kararı ile bu tür tedbirler verilebilmektedir. Kararla birlikte kendiliğinden uygulamaya konan, yeni takip yapılamaması ya da mevcut takiplerin durması yönündeki ihtiyati tedbirler doğrudan yasadan kaynaklanmakta ve iflas ertelemesi müessesesinin vazgeçilmez bir parçası olarak ayakta kalmaktadır. Bir diğer ifade ile Yargıtay’ca hükmün bozulması halinde dahi, mahkemenin yeni bir karar vermesine kadar bu tedbirlerin mevcudiyetini koruması yasanın amacına ve düzenleniş biçimine uygundur. Bu itibarla, iflas ertelemesine ilişkin kararın bozulması ile tedbirlerin kalkacağına yönelik gerekçe ile bunun dayandığı bilirkişi görüşünde isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle İcra Mahkemesi’nce tedbirin iflas ertelemesinin reddi kararının kesinleşmesi anına kadar yürürlükte kalacağı ilkesi çerçevesinde inceleme yapılarak bir karar verilmek gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulmasında isabet görülmemiştir.
SONUÇ : Temyiz olunan hükmün yukarıda açıklanan nedenle ( BOZULMASINA ), peşin harcın istek halinde iadesine, 30.03.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
20. HUKUK DAİRESİ
E. 2011/3501
K. 2011/7422
T. 14.6.2011
• 2/B UYGULAMA ALANI İÇİNDE OLAN TAŞINMAZLARIN TAPUSUNUN İPTALİ VE TESCİLİ TALEBİ ( 3373 S.K.’nın Yürürlüğünden Önce Yapılan Orman Kadastro İşlemlerine Karşı Tapulu Taşınmazlar İçin Getirilen 10 Yıllık Hak Düşürücü Sürenin Uygulanmayacağı – Davanın Reddedileceği )
• ON YILLIK HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE ( 2/B Uygulama Alanı İçinde Olan Taşınmazların Tapusunun İptali ve Tescili Talebi – 3373 S.K.’nın Yürürlüğünden Önce Yapılan Orman Kadastro İşlemlerine Karşı Tapulu Taşınmazlar İçin Getirilen 10 Yıllık Hak Düşürücü Sürenin Uygulanmayacağı )
3402/m. 12
ÖZET : Dava, 2/B madde uygulama alanı sınırları içinde bırakılan taşınmazların tapusunun iptali ve tesciline ilişkindir. 3373 sayılı Yasa’nın yürürlüğünden önce yapılan ve ilan edilen orman kadastro işlemlerine karşı tapulu taşınmazlar için getirilen 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanmayacağı, kaldı ki; ilan ve dava tarihine göre 10 yıllık sürenin dahi geçirilmiş olduğu gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasının yapılan duruşması sonunda kurulan hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı 05.02.2009 tarihinde açmış olduğu davada, K… köyü sınırları içinde kalan ve kendisine kök muris Alibeyoğlu Molla Mehmet’in oğlu Murat ve Teslime’den kalan 159, 160, 161, 162, 163, 164, 165, 166, 167, 168, 169, 170 ve 171 ada 1 parsellerde Hazine adına kayıtlı bulunan taşınmazların tapusunun iptali ile payı oranında adına tescilini istemiştir. Mahkemece, 6831 sayılı Yasa’nın 11. maddesi gereğince tapulu taşınmaz maliklerine orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanak ve kararlara karşı askı ilan tarihinden itibaren 10 yıllık hak düşürücü süre içinde dava açma hakkı tanındığı, davacı tarafça belirtilen bu sürenin geçirilmiş olduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, 2/B madde uygulama alanı sınırları içinde bırakılan taşınmazların tapusunun iptali ve tesciline ilişkindir.
Çekişmeli taşınmazların bulunduğu yerde tespit tarihinden önce 1966 yılında Kazıklı serisi içinde orman kadastrosu yapılmış ve kesinleşmiştir. Daha sonra 1980 yılında yapılıp, 07.01.1983 tarihinde ilan edilerek kesinleşen aplikasyon ve 1744 sayılı Yasa ile değişik 2. madde; 1993 yılında yapılıp 14.06.1994 tarihinde ilan edilerek kesinleşen 3302 sayılı Yasa ile değişik 2/B madde uygulaması vardır.
Davacı, Medeni Yasa’ya göre mülkiyet hakkının bütün ayni haklar gibi, hak düşürücü süreye bağlı olmadığını ileri sürülerek dava konusu taşınmazları önce orman sınırları içine alan, sonra Hazine adına orman sınırları dışına çıkartan çalışmaların iptalini istenmekte ise de, 3373 sayılı Yasa’nın yürürlüğünden önce yapılan ve ilan edilen orman kadastro işlemlerine karşı 3373 sayılı Yasa ile tapulu taşınmazlar için getirilen 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanmayacağı, kaldı ki; ilan ve dava tarihine göre 10 yıllık sürenin dahi geçirilmiş olduğu, orman kadastrosu ile 2. madde ve 2/B madde uygulamalarının kesinleştiği, yine Hukuk Genel Kurulu’nun 20.03.1996 gün ve 1995/20-1086-174 sayılı kararında kabul edildiği gibi, hak arama özgürlüğünün sınırsız olarak kabulü kamu düzenini aksi yönde etkileyeceği, hak düşürücü süre ile mülkiyet hakkı değil, hak arama özgürlüğü belli bir süre ile sınırlandırıldığı, bu sürelerin doğrudan doğruya kamu düzenini ilgilendirmeleri nedeniyle davanın hangi aşamasında olursa olsun dava engellerinden olması nedeni ile mahkemelerce kendiliğinden ilk önce incelenmesi gerektiği, bir davadan hak düşürücü süre varsa dava dinlenemeyeceğinden işin esasının incelenemeyeceği ve kadastrodan önce var olan tapu kaydı ya da kesin hükmün tartışma konusu yapılamayacağı, tapu kaydına dayanılarak yasanın öngördüğü süre içinde orman kadastrosuna itiraz edilmesi gerektiği, aksi takdirde tapu kaydının veya kesin hükmün bulunması, orman kadastrosunun kendiliğinden geçersiz olması sonucunu doğurmayacağı gözönünde bulundurularak,
SONUÇ : Davanın reddine karar verilmesinde isabetsizlik bulunmadığından, davacının temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun olan hükmün ( ONANMASINA ), 14.06.2011 günü oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
21. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/6165
K. 2010/4833
T. 26.4.2010
• KAPICI OLARAK ÇALIŞMANIN TESPİTİ TALEBİ ( Yargılama Sırasında Davacının Öldüğü/Davacının Mirasçılarından Vekaletname Alınarak Davaya Devam Edildiği – Mirasçılar Adına Değil de Ölü Kişi Adına Hüküm Kurulmasının Hukuka Aykırı Olduğu )
• HİZMET TESPİTİ DAVASI ( Yargılama Sırasında Davacının Öldüğü/Davacının Mirasçılarından Vekaletname Alınarak Davaya Devam Edildiği – Ölen Kişi Adına Değil Mirasçıları Adına Hüküm Kurulacağı )
• ÖLÜM HALİNDE DAVANIN AKIBETİ ( Hizmet Tespiti Davası – Davacının Mirasçılarından Vekaletname Alınarak Davaya Devam Edildiği/Ölen Kişi Adına Değil Mirasçıları Adına Hüküm Kurulacağı )
• HÜKÜM ( Hizmet Tespiti Davası/Yargılama Sırasında Davacının Öldüğü – Mirasçılar Adına Değil de Ölü Kişi Adına Hüküm Kurulmasının Hukuka Aykırı Olduğu )
4721/m. 27
818/m.397
ÖZET : Dava, davacının davalı apartman işyerinde kapıcı olarak hizmet akdine tabi çalıştığının tespiti ile bir kısım işçilik alacaklarının davalı işverenden tahsili istemine ilişkindir. Ölüm ile vekalet ilişkisi son bulduğu ve davacının mirasçılarından vekaletname alınarak davaya devam edildiği açık ise de mirasçılar adına değil de ölü kişi adına hüküm kurulmuş olması ve hüküm altına alınan alacak miktarlarının tespite karar verilen sürelerdeki apartman kat maliklerinden hisseleri oranında tahsili yerine doğrudan davalı apartman yönetiminden tahsiline karar verilmesi isabetsizdir.
DAVA : Davacı, davalılardan işverene ait işyerinde 01.07.1996-01.08.2003 tarihleri arasında çalıştığının tespitiyle, işçilik alacaklarının tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme ilamında belirtildiği şekilde, isteğin kabulüne karar vermiştir.
Hükmün, davalılar vekilleri tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve tetkik hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi:
KARAR : 1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı kanuni gerektirici nedenlere göre davalıların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının reddine,
2- Dava, davacının davalı apartman işyerinde kapıcı olarak 01.07.1996 – 01.08.2003 tarihleri arasında hizmet akdine tabi çalıştığının tespiti ile bir kısım işçilik alacaklarının davalı işverenden tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davacının davalı işyerinde 01.07.1996 – 01.08.2003 tarihleri arasında sürekli çalıştığının kabulü ile işçilik alacaklarının da kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Tespit edilen süreler ile hesaplanan işçilik alacaklarının miktarları doğru ise de; davacının, davanın açılmasından sonra yargılama devam ederken öldüğü ve davaya mirasçıları tarafından devam edildiği halde ölü kişi adına tespite ve alacağa karar verilmiştir.
Dava devam ederken taraflardan birinin ölmesi halinde MK 27/1. maddesi gereğince ölen kişinin taraf ehliyeti son bulur. Bu nedenle, davaya ölen tarafa karşı veya onun tarafından devam edilmesine imkan yoktur. Ölü kişi adına hüküm kurulamaz. Yalnız öleni ilgilendiren yani mirasçılara geçmeyen haklara ilişkin davalar tarafın ölümü ile konusuz kalır. Yalnız ölen tarafı ilgilendirmeyen, yani mirasçıları da ilgilendiren, mirasçıların malvarlığı haklarını etkileyen davalar tarafın ölümü ile konusuz kalmaz. Bu davalara, ölen tarafın mirasçıları tarafından veya ölen tarafın mirasçılarına karşı devam edilir. Borçlar Kanunu’nun 397. maddesi hükmüne göre; aksi sözleşmeden ve işin mahiyetinden anlaşılmadıkça vekil edenin ölümü ile vekalet ilişkisi son bulur. Somut olayda; ölüm ile vekalet ilişkisi son bulduğu ve davacının mirasçılarından vekaletname alınarak davaya devam edildiği açık ise de mirasçılar adına değil de ölü kişi adına hüküm kurulmuş olması ve hüküm altına alınan alacak miktarlarının tespite karar verilen sürelerdeki apartman kat maliklerinden hisseleri oranında tahsili yerine doğrudan davalı apartman yönetiminden tahsiline karar verilmesi doğru değildir.
Yapılacak iş; davacılar murisinin yukarıda belirtilen tarihler arasında davalıya ait işyerinde çalıştığının tespiti ile hüküm altına alınan işçilik alacaklarının tespite konu olan sürelerde kat maliki olan kişilerden hisseleri oranında tahsili ile mirasçılara payları oranında ödenmesine ilişkin hüküm kurmaktan ibarettir.
Mahkemece bu yönler dikkate alınmaksızın yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olduğundan bozmayı gerektirmektedir.
O halde, davalıların bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ : Hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle ( BOZULMASINA ), temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 26.04.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
21. HUKUK DAİRESİ
E. 2010/13466
K. 2010/13384
T. 29.12.2010
• YAŞLILIK AYLIĞI FARKININ ÖDENMESİ TALEBİ ( Uyuşmazlığın Sigorta Müdürlüğü İşleminden Kaynaklandığı – Şube İşlemleri Nedeniyle Açılacak Davada Taraf Olarak Bağlı Bulunulan Merkez Davalı Gösterilerek Şubenin Bulunduğu Yerde Dava Açılabileceği )
• ŞUBENİN BULUNDUĞU YERDE DAVA AÇILMASI ( Uyuşmazlığın O Şubenin Yapmış Olduğu İşlemlerden Davacıya Ait İşlemlerin Yürütülmesinden Doğan Uyuşmazlıklarda Şubenin Bulunduğu Yer Mahkemesinin de Yetkili Olabileceği )
• YETKİLİ MAHKEME ( Fark Emekli Aylıklarının Ödenmesi Talebi – Şube İşlemleri Nedeniyle Açılacak Davada Taraf Olarak Bağlı Bulunulan Merkez Davalı Gösterilerek Şubenin Bulunduğu Yerde Dava Açılabileceği )
• SİGORTA MÜDÜRLÜĞÜ İŞLEMİNDEN KAYNAKLANAN UYUŞMAZLIK ( Fark Emekli Aylıklarının Ödenmesi Talebi – Şube İşlemleri Nedeniyle Açılacak Davada Taraf Olarak Bağlı Bulunulan Merkez Davalı Gösterilerek Şubenin Bulunduğu Yerde Dava Açılabileceği )
5521/m. 15
1086/m. 9, 17
ÖZET : Dava, davacıya bağlanan yaşlılık aylığının TÜFE ve gelişme hızı oranında artış yapılarak fark emekli aylıklarının ödenmesi istemine ilişkindir. Somut olayda, davaya konu uyuşmazlık Sigorta Müdürlüğü’nün işleminden kaynaklanmaktadır. Zira davacının yaşlılık aylığı tahsis işlemleri Sigorta Müdürlüğü’nce gerçekleştirilmiştir. Tüzel kişilere karşı açılacak davalarda genel yetkili mahkeme, tüzel kişilerin yerleşim yerinin, yani merkezinin bulunduğu yer mahkemesi olmakla birlikte şube işlemleri nedeniyle açılacak dava, taraf olarak bağlı bulunulan merkez davalı gösterilerek, şubenin bulunduğu yerde de açılabilir. Şubenin bulunduğu yer yetkisi, o şubenin yapmış olduğu işlemlerden, davacıya ait işlemlerin yürütülmesinden doğan uyuşmazlıklarda geçerli bulunmaktadır. Davanın esasına girilerek karar verilmesi gerekir.
DAVA : Davacı, 01.01.1996 – 21.05.2010 tarihleri arası emekli aylıklarının hesaplanarak ödenmesine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme ilamında belirtildiği şekilde, mahkemenin yetkisizliğine karar vermiştir.
Hükmün, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve tetkik hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi:
KARAR : Dava, davacıya 01.01.1996 tarihinde bağlanan yaşlılık aylığının TÜFE ve gelişme hızı oranında artış yapılarak 01.01.1996 – 21.05.2010 tarihleri arasında fark emekli aylıklarının ödenmesi istemine ilişkindir.
Davalı vekili süresi içinde yetki itirazında bulunmuştur.
Mahkemece davacı talebinin SGK Emeklilik İşlemleri Daire Başkanlığı tarafından yerine getirilmesi gerektiğinden işlemin SGK Başkanlığı’nı ilgilendirdiği ve Kurum merkezinin Ankara’da bulunduğundan davaya bakmaya Ankara İş Mahkemesi’nin yetkili olduğu gerekçesiyle dava dilekçesinin yetki yönünden reddine, karar kesinleştiğinde talep halinde dosyanın yetkili Ankara İş Mahkemesi’ne gönderilmesine karar verilmiştir.
Bu yönüyle, uyuşmazlığın Sosyal Sigortalar Kanunu’ndan kaynaklandığı açıktır. Öte yandan Sosyal Sigortalar Kanunu’nda yetki ile ilgili bir düzenlemenin mevcut olmadığı da ortadadır. Hal böyle olunca, uyuşmazlığın 5521 sayılı Yasa’nın 15. maddesinin yollamada bulunduğu Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 9. ve 17. maddeleri gereğince çözümlenmesi gerekir. Yukarıda sözü geçen 9. maddeye göre, Kurum merkezinin bulunduğu Ankara İş Mahkemesi’nde dava açabileceği gibi, 17. maddeye göre de, hakiki veya hükmi bir şahsın muhtelif mahallerde şubeleri bulunduğu takdirde o şubenin muamelesinden dolayı iflas davası müstesna olmak üzere o şubenin bulunduğu mahalde dahi dava ikame olunabilir.
Somut olayda, davaya konu uyuşmazlık P… Sigorta Müdürlüğü’nün işleminden kaynaklanmaktadır. Zira davacının yaşlılık aylığı tahsis işlemleri P… Sigorta Müdürlüğü’nce gerçekleştirilmiştir. Tüzel kişilere karşı açılacak davalarda genel yetkili mahkeme, tüzel kişilerin yerleşim yerinin, yani merkezinin bulunduğu yer mahkemesi olmakla birlikte şube işlemleri nedeniyle açılacak dava, taraf olarak bağlı bulunulan merkez davalı gösterilerek, şubenin bulunduğu yerde de açılabilir.
“Kurum adına işlem yapmaya yetkili bulunmak” şubenin tanımından ortaya çıkan bir sonuç olup, şubenin bulunduğu yer mahkemesinin yetkili olmasında tek başına yeterli değildir. Şubenin bulunduğu yer yetkisi, o şubenin yapmış olduğu işlemlerden, davacıya ait işlemlerin yürütülmesinden doğan uyuşmazlıklarda geçerli bulunmaktadır. Bu durumda dava doğru olarak P… Sigorta Müdürlüğü’nün bağlı bulunduğu Kartal İş Mahkemesi’nde açıldığından davanın esasına girilerek taraf delilleri toplanarak oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçelerle Ankara İş Mahkemelerinin yetkili olduğu ileri sürülerek yetkisizlik nedeniyle dava dilekçesinin reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 16.04.2008 gün ve 2008/10-329 Esas, 2008/334 Karar sayılı ilamı da bu yöndedir.
O halde, davacının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün ( BOZULMASINA ), temyiz harcının istek halinde davacıya iadesine, 29.12.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.